OSMANLI DEVLET ANLAYIŞI
Osmanlılar, devlet teşkilatlanmasında kendinden önceki Türk devletlerinin tecrübelerinden yararlanmakla birlikte Türkiye Selçuklularını ve İlhanlıları da örnek almıştır. Bir süre Selçuklular ve İlhanlılara bağlı bir uc beyliği statüsünde bulunan Osmanlıların devlet kurma aşamasında Türkiye Selçuklu Devleti’nde görev yapmış devlet adamlarını idari alanlarda istihdam etmesi bunda etkili olmuştur.
Osmanlı klasik dönem kültür ve medeniyetinin oluşumunda Orta Asya Türk gelenekleri, İslamiyet’in getirdiği kültürel değerler ve hâkim olduğu coğrafyadaki kültür unsurları etkilidir. Bu üç unsur zamanla imparatorluk özelliklerine göre şekillenmiştir. Ancak bu sentez kültürde, Türk karakteri her zaman hâkim olmuş; devlet yönetimi, ordu, dil, musiki, mimari, edebiyat, folklor vb. alanlarda kendini hissettirmiştir. İlk Türk devletlerindeki adil yönetim, Türk cihan hâkimiyeti ülküsü ve kanun üstünlüğü anlayışı ile Osmanlı Devleti’nde de devam ettirilmiştir. Bu anlayış
“devleti ebet müddet”, “nizamı âlem” ve “kanunu kadim” esasları ile süreklilik kazanmıştır. “Devleti ebet müddet” anlayışı ile devletin sonsuza kadar yaşatılması hedeflenmiş, “nizamı âlem” de bu hedefin bir uzantısı olmuştur. Anlam itibarı ile dünya düzeni olan bu anlayışta asıl amaç Osmanlı ülkesindeki kamu düzenini sağlamaktır. Bunu her şeyin üstünde gören Osmanlı sultanları, nizamı âlemin sürekliliğini sağlamak için halkın adaletli yönetilmesini ve memuriyetlerin ehline verilmesini ön şart olarak görmüşlerdir. İlk Türk devletlerinde olduğu gibi adaletin sağlanmasını devletin kanunlara göre yönetilmesine bağlayan Osmanlılar, örfi kuralları kanunlaştırmıştır. Fatih Kanunnamesi ile Osmanlı devlet hukuku gerçek anlamda düzene konulmuş; devletin işleyişinde memurların statü ve yerleri belirlenmiştir. Böylece devlet-toplum, devlet-fert arasındaki ilişkileri düzenleyen kanunlar meydana getirilmiş ve bütün tebaanın genel olarak kanun önünde eşitliği kabul edilmiştir. Başlangıçta bir uç beyliği olan Osmanlılar, doğudan göç eden
Türk boyları ile beslenip kısa sürede güçlenmiş, İstanbul’un fethinden sonra çeşitli unsurlara hâkim büyük bir cihan devleti hâline gelmiştir. Devleti meydana getiren bütün unsurlar da Türk ahlak ve kültür değerlerini benimsemiş ve zaman içinde kendilerini “Osmanlı” olarak ifade etmişlerdir.
İlk Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti de bünyesinde her türlü inanç sistemine anlayış gösteren bir yapıya sahiptir. Devlet içindeki gayrimüslimler din, mezhep, vicdan özgürlüğü yanında kendi kültürlerini cemaat sistemleri içinde yaşatma hakkına da sahip olmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet, Rum, Yahudi ve
Ermenilerin devletin müdahalesi olmaksızın kendi dinî kuruluşlarını tesis etmelerine müsaade etmiştir. Ancak sahip olunan hak ve ayrıcalıkların, devletin genel yapısına ve işleyişine yansıtılmasına izin verilmemiştir.
Osmanlı Devleti’nde güçlü bir merkezî otorite tesis edilmiştir. Özel mülkiyet sınırlandırılmış, kentler, zanaatlar ve ticaret yakından denetlenmiştir. Ayrıca zaman zaman insan, mal ve servet sayımları yapılmış ve sonuçları “tahrir
defteri”ne (yazım defteri) kaydedilmiştir.
MERKEZ TEŞKİLATI
Önceki Türk ve Türk-İslam devletlerinden farklı olarak Osmanlı Devleti’nde daha merkezî bir yönetim oluşturulmuştu. Hükûmet, ordu ve eyaletler doğrudan doğruya padişahın şahsına bağlı bir bütün olarak düşünülmüş, bütün birimler devletin merkezi olan İstanbul’dan yönetilmişti. Merkez teşkilatı; hükümdar, saray ve Divanıhümayun olarak sıralanmıştı.
Hükümdar
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde yönetimde eski Türk töresine uygun olarak boy sistemi usulleri tatbik edilmiştir. Yönetim hakkına sahip olan Osmanlı ailesinin reisi aynı zamanda memleketin de yöneticisidir. Başlangıçta “bey”, “gazi” unvanlarını taşıyan Osmanlı hükümdarları daha sonra “hüdavendigâr”, “sultan”, “han” ve “padişah” unvanlarını da kullanmışlardır. İlk Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da hükümdarlığın ilâhi takdire göre belirlendiğine inanıldı ve hükümdar olma hakkı “Âl-i Osman” olarak adlandırılan Osmanlı ailesine verildi. Başlangıçta ülkenin hanedanın ortak malı sayılması düşüncesi ve hükümdarlığa hanedan ailesinden kimin geçeceği konusunda bir kuralın olmaması geleneği devam ettirildi. I. Murat’a kadar devlet adamları ve askerlerce sevilen ve takdir edilen şehzade hükümdar olurken I. Murat’tan itibaren “Ülke hanedanın ortak malıdır.” anlayışının yerini “Ülke padişahın oğullarınındır.” anlayışı aldı. Fatih Kanunnamesi, devletin bekasının sağlanması ve taht kavgalarının önüne geçilmesi için tahta çıkan hükümdarın gerekli tedbirler almasına izin verdi. XVII. yüzyıla kadar devam eden bu usul I. Ahmet’ten itibaren, “ekber ve erşed” (hanedanın en büyük erkek evladının Osmanlı tahtına geçmesi) şeklinde değiştirildi. 1876’da hazırlanan Kanunuesasi ile hanedanın en yaşlı erkek üyesi, veliaht olarak kabul edildi. I. Murat’tan itibaren tahta geçme usulünde yapılan bu yeniliklerle Osmanlı Devleti veraset konusunda diğer
Türk devletlerinden ayrılmış oldu. Osmanlı Devleti’nde padişah cülus töreni ile tahta çıkardı. Cülus töreni Osmanlı padişahlarının tahta çıkmalarını takip eden ilk günlerde Eyüp Sultan Türbesi’nde kılıç kuşanmaları dolayısıyla yapılan merasimdi. Padişah; yasama, yürütme ve yargıya ait her türlü yetkiyi şahsında toplardı. Ancak kanun, nizam, örf, âdet ve geleneklere uymak zorundaydı. Bir işe başlamadan önce padişahın, devlet adamları, komutanlar ve şeyhülislama danışması gerekirdi. Bütün bunlar onun otoritesini bir nevi sınırlandırmaktaydı. XVII ve XVIII. yüzyıllarda padişahın yetki ve görevlerinde bir değişiklik olmadı. Ancak siyasi ve askerî şartlar gereğince padişahların otoritesi; yeniçeri, ümera ve ulemanın nüfuzu ile sınırlandırıldı. Yeniçeri ve ulemanın desteği olmadan ıslahat ve yeniliklere teşebbüs eden padişahlar, bu girişimlerinde başarılı olamadı.
Saray
Osmanlı Devleti’nde saray, Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi hem padişahın özel hayatının geçtiği evi hem de devlet işlerinin yürütüldüğü merkezdi. Divan toplantıları, cülus töreni, yabancı elçilerin kabulü ve bayramlaşma törenleri burada yapılırdı. Devletin yürütme organı olan hükûmet, sarayın “Bâbüssaâde” denilen kısmında
toplanırdı. Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyıla kadar idareci kadrolar, genel olarak ilmiye ve seyfiye sınıflarından seçilirdi. İlmiye sınıfı ilim adamlarından, seyfiye ise askerlerden oluşurdu. Bürokratik işler bu sınıflara mensup kişiler tarafından yürütülürdü. Bu yüzyıldan itibaren bunlara bürokratların oluşturduğu kalemiye sınıfı eklendi. Yönetim ve askerlik konusunda önemli görevleri olan seyfiye, devşirme kökenli kişilerden oluşurdu. Devşirme, Türk-İslam devletlerindeki gulam sisteminin, bazı farklılıklarıyla Osmanlı Devleti’nde uygulanmasıydı. Bu sistemi Türkiye Selçuklularından alan Osmanlılar, yalnızca Hristiyan kökenli çocukları eğitmeleri ve onları hem askerî hem de idari alanda istihdam etmeleriyle diğer Türk-İslam devletlerinden ayrıldı. Devşirme sistemine göre alınan çocuklar Anadolu’daki Türk ailelerinin yanına gönderilerek Türk-İslam kültürüne göre yetiştirilirlerdi Daha sonra bir kısmı eğitilmek üzere küçük saraylara (Edirne, Galata, İshak Paşa ve İbrahim Paşa sarayları gibi), diğerleri de Acemi Oğlanlar Ocağı’na gönderilirlerdi. Saraylara gönderilen çocuklar gerekli eğitimi aldıktan sonra seçime tabi tutulur, bir kısmı Topkapı Sarayı’na diğerleri kapıkulu süvari ve silahtar bölüklerine yerleştirilirdi. Topkapı Sarayı’nda eğitimlerini tamamlayanlar merkezde ve taşrada önemli mevkilerde görevlendirilirdi. Eyaletlerde görev alan beylerbeyi, sancakbeyi ve vezir rütbesindeki devşirmeler haremde eğitim alan cariyelerle evlendirilirdi. Böylece bu yöneticilerin eyaletlerde yerli büyük ailelerin kızlarıyla evlenmeleri önlenerek merkezî otorite korunur ve taşradaki adil yönetimin sürekliliği sağlanırdı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında devlet idaresinde ön planda olan Türk kökenli vezir ve beyler, Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’dan sonra bu özelliklerini kaybetti.
Bunların yerini devşirmeden yetişen devlet adamlarının almasıyla Osmanlı yönetiminde devşirme ve Türk kökenli devlet adamları arasında rekabet görülmeye başladı.
Divanıhümayun
Osmanlıların Kuruluş Döneminde, yönetimle ilgili kararlar alınırken eski Türk töresi ve boy usulleri uygulanırdı. Orhan Bey’den itibaren devletle ilgili önemli meseleler, hükümdarın başkanlık ettiği ve bir kısım devlet adamının oluşturduğu “Divanıhümayun”da görüşülürdü. Fatih Dönemiyle birlikte sadrazam Divanıhümayun’a başkanlık etmeye başladı. Divanıhümayun’da toplumu ilgilendiren, idari, mali ve askerî konular ve yöneticilerin kendi başlarına karar veremedikleri meseleler görüşülür, karara bağlanır ve padişahın onayına sunulurdu. Burada alınan kararlar şeyhülislamın fetvasından sonra kanun olarak yürürlüğe girerdi. Bu şekliyle Divan, Osmanlı Devleti’nin en önemli yasama ve yürütme organı niteliğini taşımakta, Türk-İslam devletlerindeki Divan-ı Mezalimin yürüttüğü görevi de üstlenmekteydi. Kaza mahkemelerinde karara bağlanan davalar itiraz durumunda ikinci kez burada görüşülürdü. Divanıhümayun’da alınan kararların uygulanması ve kayıtlarının tutulmasında beylikçi, tahvil, ruûs ve amedi kalemleri görevliydi.
TAŞRA TEŞKİLATI
Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerinde ülke bir hünkâr sancağı ile beyin oğulları tarafından yönetilen sancaklara bölünmüştü. Ancak Türk İslam Devletlerinden farklı olarak daha merkezî bir devlet yapısını hedefleyen Osmanlı Devleti, fethedilen bölgelerdeki idari yapıyı buna hizmet edecek şekilde kurdu. I. Murat Döneminde Rumeli’deki topraklar, sancak statüsüne getirilerek Rumeli Beylerbeyliği ’ne bağlandı ve başına Lala Şahin Paşa getirildi. Yıldırım Bayezit zamanında da Anadolu Beylerbeyliği kuruldu. XV ve XVI. yüzyılda sınırların genişlemesine paralel olarak beylerbeyliklerin sayıları arttı. Ancak derece itibariyle Rumeli Beylerbeyi hepsinin üstündedir. XVI. yüzyıldan sonra da eyalet terimi kullanılmaya başlandı. Osmanlı Devleti, topraklarının genişlemeye başlamasıyla farklı ekonomik yapı ve kültürlere sahip toplulukları idare etmek durumunda kaldı. Merkezî otoriteyi güçlendirmek, aynı zamanda da topluluklar arasındaki dengeyi sağlamak isteyen Osmanlı Devleti bu amaca hizmet edecek bir idari yapı oluşturdu. Bundan dolayı Osmanlı taşra teşkilatında farklı idari uygulamalar görüldü.
Osmanlı taşra teşkilatı büyükten küçüğe doğru; beylerbeyi tarafından idare edilen eyaletler, sancaklar, kazalar ve kazalara bağlı köylerden oluşmaktaydı. Devletin taşradaki en yetkili temsilcisi, ataması padişah tarafından yapılan “beylerbeyi” idi. Başlangıçta eyaletlerin askerî işlerinden sorumlu olan beylerbeyi, zamanla mülki amir durumuna geldi. Beylerbeyi hizmetleri karşılığında kendisine tahsis edilen “has”lardan devletin belirlediği ölçüde vergi alırdı. Eyaletin merkezinde “paşa sancağı” da denilen yerde oturur ve burayı yönetirdi. Bulunduğu eyalette sadece mülki amir durumundaydı. Yargı yetkisi merkezden yollanan kadıya, mali yetki ise defterdara aitti. Beylerbeyinin eyalete bağlı bulunan ve merkez tarafından atanan sancak beylerinin üzerindeki yetkisi ise sadece teftişten ibaretti. Taşra yönetiminde beylerbeyinden sonra en yetkili yönetici sancak beyiydi. Bunların maaşları da “has”lardan alınan vergi gelirleriyle karşılanırdı. Sancak beyi, emrindeki askerlerle birlikte beylerbeyinin emrinde savaşa katılırdı.
Kazalarda sivil ve adli işlerden sorumlu olan kadılar merkezden atanırdı. Kazanın belediye işleri de bu kadılar tarafından yürütülürdü.
ORDU TEŞKİLATI
Osmanlıların kuruluşunda ordu, beylik kuvvetlerinden meydana geliyordu. Orhan Bey Döneminde kurulan ilk düzenli ordu, yaya ve müsellem olmak üzere iki kısımdı. Aynı dönemde küçük çaplı bir donanma da oluşturuldu. Türklerin Rumeli’ye geçmesinden sonra bu kuvvetlerin ihtiyaca cevap verememesi üzerine I. Murat zamanında Türk-İslam devletlerindeki gulam askerlerine benzer özelliklere sahip kapı kulu ocakları kuruldu. Yine Türk-İslam Devletlerindeki ikta sistemi tımar sistemi adı altında varlığını devam ettirerek Osmanlı eyalet askerlerinin önemli bir kısmını oluşturdu. Güçlü bir askerî yapıya sahip Osmanlı ordusunu kara ve deniz olmak üzere iki kısımda inceleyebiliriz.