Suriye’de üç yıldır yaşanan iç savaş sadece bu ülkeyi harabeye çevirmekle kalmıyor, Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelerini de etkiliyor. Önce Irak’ta şimdi de Suriye’de oluşan otorite boşluğu bölgenin kadim mezhebî ve etnik fay hatlarını tetikledi. Yıllarca devam etmesi muhtemel çok kanlı bir boğuşma dönemi başladı.
Bir yandan tarihi Şii-Sünni hâkimiyet kavgası yeniden alevlenip bu iki ülkeyi hızla bölünme çizgisine taşırken, diğer yandan Emeviler döneminde İslâm dünyasında ciddi huzursuzlar yaşanmasına yol açan, Hz. Ali’yi bile tekfir edip, inkârla suçlayıp şehit eden haricilik, IŞİD adı altında Selefici-cihatçı bir görünüm halinde yeniden ortaya çıktı.
Bu arada etno-milliyetçi Kürtçülük hareketi ortamdan yararlanarak yeni bir atak başlattı. Irak’tan sonra Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın Suriye kolu olan PYD, üç yerleşim yerinde Rojova adını verdikleri bölgede özerklik ilan etti. Öcalan’ın Marksist-Leninist ideolojiden mülhem kominal yapı kurma hedefini vakit geçirmeden hayata geçirmeye başladı. Böylece bölgede daha çok mezhebî ve dini çizgide ortaya çıkan sorunun bir de etnik yanının bulunduğu görülmüş oldu.
Günümüzde hududumuzun hemen bitişiğinde küresel oyuncuların devrede olduğu, ülkeler arasında kıyasıya rekabetin yaşandığı, kutuplaşmaların oluştuğu, her türlü örgütün ve ajanların cirit attığı, kirli savaşların yapıldığı, petrol, silah ve para dolaplarının döndüğü tam bir kaos yaşanıyor. Siyasi haritalar, hudutlar değişiyor. Bölgenin tamamı paralize edilerek, BOP bağlamında hazırlanmış olan projelerin uygulanması amacıyla elverişli bir zemin hazırlanmaya çalışılıyor.
Suriye ile 900 km.ye yakın sınırı bulunan Türkiye bu karmaşadan olumsuz etkileniyor, ciddi sorunlar yaşıyor. Hükümet üç yıl önce Arap baharı adı verilen ve mevcut yönetimlere tehdit olarak ortaya çıkan olaylar başladığında, meseleye doğru teşhis koyamadığından sorunlar her geçen gün ağırlaşıyor, derinleşiyor. Düne kadar “oyun kurucu ülke” olduğumuz sık sık öne sürülüp bölgede bizim irade ve tercihimize rağmen hiçbir gelişmenin olmayacağı vurgulanırken, gerçeğin ne olduğunu geçen ay BM Güvenlik Konseyi Üyeliği seçimlerinde açıkça gördük. 2008’de 151 oyla seçilen Türkiye’nin, yürütülen yoğun kulis çalışmalarına rağmen 60 oyda kalmış olması aslında çarpıcı bir ikazdır.
Keşke dış ilişkilerin, iç politika hesaplarına dayalı hamasi söylemlerle, İhvan-ı Müslümin sevdasıyla yürütülemeyecek derecede ciddi ve hassas bir konu olduğu zamanında görülebilseydi. Keşke bilgiye, tecrübeye, istihbarata dayanmayan, güç ve imkân kapasitesi iyi hesaplanmayan girişimlerin tehlikeli bir macera anlamına geleceği fark edilebilseydi. Bunlar dikkate alınmadan atılan adımların faturaları önümüze geliyor. Sonuçta bunları devlet ve millet olarak ödemek tehlikesiyle karşı karşıyayız.Esad rejimine birkaç aylık ömür biçen, Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılmaktan bahseden resmi söylemler kulaklardan henüz silinmemişken, üç yıl zarfında nereden nereye gelindiği ortada. Dünyada değil Türkiye’nin en güçlü ülkelerin bile başa çıkamayacağı 2.000.000’a yakın sığınmacının yol açtığı devasa problem, izlenen hatalı politikaların eseridir.
Şu sıralarda yaşanan çatışmaların ana aktörü olarak görünen IŞİD’in bir yıl zarfında küresel bir tehdit olarak ortaya çıkması sadece kendi gücünden, becerisinden ve aklından kaynaklanan bir olay sayılabilir mi? 90’ların başındaki ilk Körfez harekâtından bu yana, bölgenin nabzını elinde bulunduran, bir yaprağın kımıldamasından bile haberdar olan, 2003’de asılsız bahaneler öne sürerek Irak’ı işgal eden ABD, IŞİD’i nasıl oluyor da fark edemiyor? Farkında olduysa neden zamanında önlem almıyor. Üç yıldır bu karmaşanın dışında görünmeye özen gösteren İsrail sahnelenen “büyük oyunun” gerçekte neresinde bulunuyor?
Türkiye, her şeyden önce gerçeklerle yüzleşmek, dış ilişkilerini doğru parametrelerle gözden geçirmek, ciddi bir düzenleme yapmak zorundadır. Bazı hükümet sözcüleri durumu “onurlu” sıfatını kullanarak telafiye çalışsalar bile, halen bölgenin “yalnız ülkesi” durumundayız. Hududumuzun bitişiğinde bölge jeopolitik dalgalarla sarsılıp, siyasi hudutlar değişip, etnik ve mezhebi yeni yapılanmalar ortaya çıkarken devrede değiliz.
Oyun kurucu rolünü İsrail ve İngiltere dışında kimseyle paylaşmamakta kararlı olan ABD ile aramızda hem Suriye hem de PKK-PYD konularında ciddi görüş farklılıkları hatta zıtlaşmalar mevcut. Washington ve stratejik ortakları İngiltere’yle İsrail, Esad rejiminin devrilmesini istemiyorlar. Bu yüzden Türkiye’nin uçuşa yasak güvenlikli bölge önerisi havada kalıyor. 27 konteynere karşılık askeri malzemenin Türkiye’ye rağmen havayoluyla gönderilmesi stratejik ve politik bir tercihtir. 2003’de yaşanan tezkere krizinin ardından Barzani ve Talabani’yi “güvenilir dostlar” olarak bağrına basan, Kuzey Irak’ta fiili devlet oluşumunu destekleyen ABD, şimdi de benzer senaryoyu Suriye’nin kuzeyinde sahneye koyuyor. İlk başta Ayn-el Arap(Kobani)’a önemli bir mesele olarak bakmayan Washington, IŞİD’in Irak’taki ilerleyişinin durdurulamaması üzerine tavrını değiştirdi. Burayı öncelikli hedefleri arasına aldı. Bu tavır değişikliği, sonuçları ve etkileri düşünüldüğünde sıradan bir tercih değişimi değildir.
ABD’nin tavrındaki değişiklik doğrudan Türkiye’nin güvenliğini, ülke bütünlüğünü ve geleceğini ilgilendiriyor. IŞİD’in küresel bir olgu olarak ortaya çıkması, Irak ve Suriye’de geniş bir alana hâkim olarak teretoryal bir siyasal güç haline gelmesi, PKK’ya ve Suriye’deki uzantısı PYD’ye umulmadık avantajlar sağladı. Irak ordusu ve Peşmergeler IŞİD’in karşısında direnemeyip kaçarken, PKK’nın çatışmaya girmesi bu terör örgütünü ABD ve Batılılar nezdinde güvenilir bir müttefik konumuna getirdi. Türkiye PYD’nin PKK’nın yan kolu ve terör örgütü olduğunu vurgularken, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü cevaben bu görüşte olmadıklarını açıkça belirtme gereğini duydu. Bu görüş sadece Washington ile sınırlı kalmıyor; Batılı ülkelerin tamamına yakını tarafından da paylaşılıyor. Böylelikle PKK, ABD ve Batılılar nezdinde terör örgütü olmaktan çıkıyor, Suriye’deki devletleşme girişimi destek buluyor; resmen tanınması muhtemel politik ve sosyolojik bir varlık haline geliyor. Başka bir ifadeyle, şimdiye kadar PKK konusunda Ankara ile ters düşmemeye çalışan, en azından görünürde hassasiyetlerimize özen gösterdiğini tekrarlayan Washington, artık PKK ve Kürtler konusundan Türkiye’yi dikkate almadan kendi politikalarını yürütüyor.PKK bölgesel konjonktürün değişmesine paralel olarak, uluslararası görünülürlüğünü ve meşruiyetini artırmak istiyor. Kendisine Batı kamuoyunda yeni dostlar buluyor; liberal ve sol çevrelerin desteğiyle etkili bir propaganda faaliyeti yürütüyor. Batı medyasında Türkiye ısrarla Kobani’ye yardımcı olmamakla suçlanarak terör örgütüne alan açılmaya çalışılıyor.
Çevremizde bu gelişmeler yaşanırken, 06-07 Ekim’de cereyan eden olaylar tehlikenin ne kadar yakın ve ciddi olduğunu gözler önüne serdi. Yapılan tam bir başkaldırı (serhildan) denemesidir. PKK bir yandan KCK üzerinden “özerklik inşa ediyoruz” diyerek Güneydoğu’da bir yıldır yürüttüğü şehir yapılanmasının kapasitesini sınarken, diğer yandan isteklerinin kabul edilmemesi halinde neler olacağını göstermek istedi. Olaylarda çoğu Hüda-Par`dan yani PKK’nın hâkimiyetini kabullenmeyen İslâmcı Kürtlerden 40 kişi can verdi. İnsanlar vahşice parçalanıp katledildi. 300 den fazla kamu binası, kaymakamlık, banka ve okul başta olmak üzere 1200 den fazla bina yakılıp tahrip edildi. Olayların durdurulması için Öcalan’dan yardım istenilmesi yaşanılan yönetim zafiyetinin hazin bir göstergesidir. Ülkemiz ve devletimiz adına sorumluluk duygusuna sahip herkesin bu olanları düşünüp gelecek adına ders çıkarması gerekir.
Olaylardan kısa bir süre önce, Eylül ayı başlarında Öcalan başta olmak üzere PKK ve siyasi uzantılarıyla bazıları açık, bazıları örtülü yoğun bir görüşme trafiği yaşanmıştı. Hükümet adına yapılan açıklamalarda, sürecin başarıyla yürütüldüğü, çözümün yakın olduğu söyleniyor, hatta tarih veriliyordu. Bu iyimser hava belirli gazeteler aracılığıyla dalga dalga yayılmaya çalışılırken, HDP-KCK’nın Kobani’yi bahane ederek tabanına sokağa çıkma çağrısı yapmasıyla başlayan olaylar, tablonun gerçekte topluma anlatılanlardan çok farklı olduğunu bir kere daha ortaya koydu.
PKK-KCK ne istediğini, hedefinin ne olduğunu biliyor; bütün eylemlerini, söylemlerini bilinçli olarak yapıyor. Dünyada bu derece iyi organize olan, yukarıdan aşağıya muntazam işleyen, ideolojik dokusunu sıkı bir şekilde kuran, kitlesini Marksist-Leninist idealler çerçevesinde eğiten başka bir terör örgütü yoktur. Esaslarını Öcalan’ın belirlediği, sosyalizmden mülhem, devletsiz yönetim modeli bölgede beş yıldır “öz yönetim” adıyla uygulamaya konuluyor. Mahallelerden, köylerden, kentlere, aşağıdan yukarıya il ve ilçe komiteleriyle hiyerarşik bir düzen kurularak, en üst kurulun yani DTK’nın alt yapısı oluşturuluyor. Bu yapılanma çerçevesinde devletin temel bütün işlevlerini üstlenen birimler teşkil ediliyor. Örgütün elindeki belediyelerin yanı sıra, KCK adına vergi toplayan, yargılama yapan, eğitim veren, YDG-H adıyla bir nevi kolluk gücü olarak halka korku salan, yol kesip arama yapan bu birimler, halen hiçbir engellemeyle karşılaşmadan Güneydoğu’nun hemen her yerinde rahatça çalışabiliyor.
Özellikle Hakkari, Şırnak, Diyarbakır gibi il merkezleriyle Yüksekova, Çukurca, Cizre, Silvan ve Lice gibi bazı ilçelerde bu yapılanma büyük ölçüde tamamlanmış görünüyor. Yüksekova’da sivil kıyafetli üç askerin, Diyarbakır’da bir astsubayın güpegündüz kalabalık ortasında hedef seçilip şehit edilmeleri her şeyi anlatıyor. Kandil’den gelen talimat doğrultusunda Cizre’nin iki mahallesinde tek tip kıyafet giyen kalabalık bir terörist grubu törenle burada özerklik ilan ediyor. Şırnak valisi bu rezaletin gereğini yapmak yerine, daha önce birkaç sefer yaptığı gibi, haberin doğru olmadığını açıklayarak olayı geçiştirmeye çalışıyor. Geçen ayki ayaklanma girişimi üzerine kamu düzeninin ne pahasına olursa olsun sağlanacağını ifade eden Başbakan Davutoğlu’nun, bu zihniyet ve kapasitedeki yöneticilerle bunu başarması mümkün değildir. PKK’yı ve yaptıklarını görmezlikten gelerek, yetkilerini kullanmaktan çekinerek, yasaları uygulamayarak nereye varıldığı ortadadır.PKK temel stratejisini ısrarla sürdürürken, çoğu kere Öcalan vasıtasıyla taktik manevralar yapıyor. Barışçı, devletin bütünlüğüne saygılı, çözümden yana bir dil kullanılmak suretiyle içeriye ve dışarıya karşı olumlu bir imaj oluşturulmaya, devletin aklı karıştırılmaya çalışılıyor. Böylelikle sürecin ivmesini örgüt belirlemiş oluyor. 2009’un yaz aylarında demokratikleşme ve çözüm projesi adıyla uygulamaya çalışılan projenin kazanan tarafı PKK oldu. Öcalan’ın meşhur Nevruz konuşmasında kabullenmiş göründüğü hususlardan hiçbiri yerine getirilmedi. Militanlar ne ülkeyi terk ettiler, ne de silah bıraktılar. Tam tersine silahlı baskıyı sürdürerek, halkı sindirerek, karşıtlarını infaz ederek öz yönetim adıyla paralel devlet inşa girişimlerinden vazgeçmediler. Buna karşılık Kürtçe’nin neredeyse eğitim dili olmasını, KCK tutuklularının serbest bırakılmasını, bölgede ve yurt sathında örgütlenme ve propaganda çalışmalarının serbestçe yürütülmesini sağladılar. Sonuçta kitle tabanını, özellikle çocuk ve gençlerin etnik bilincini güçlendiren PKK, 2009’dan çok daha etkili bir konuma gelmiş bulunuyor.
Siyasi iktidar bütün bu gelişmeleri şehit cenazeleri gelmiyor, analar ağlamıyor retoriği ile geçiştirmeye çalışırken, PKK’nın son aylarda yaptığı kanlı saldırılar, çözüm projesini aslında kendi kendimize çalıp oynamaya çalışmaktan, siyasi hesaplar amacıyla kullanmaktan öte bir yararının olmadığı görülüyor.
Süreç şiddeti tasfiye etmiyor. Çünkü dünyada etnik iddiaya dayalı hiçbir terör örgütünün, elindeki silahı bırakması sağlanmadan sivil bir çözüme rıza gösterdiği, uzlaşmaya yöneldiği görülmemiştir. Hem Öcalan hem de Kandil ve HDP, aslında aynı hedefler için çalışıyorlar. Şiddeti bunun aracı olarak kullanmakta kararlılar. Silahı Aysel Tuğluk’un ve Leyla Zana’nın ifadeleriyle “Kürtlerin güvencesi” olarak gördüklerinden sıkı sıkıya sarılıyorlar. Milletvekilleri PKK olmasaydı bu sıfatı kazanamayacaklarını açıkça ifade ediyorlar, her vesileyle dağdakilere bağlılıklarını açıklıyorlar.
PKK’lılar, geçen yıl başında PYD’nin Kuzey Suriye’nin birbirine yakın üç bölgesinde, hududumuzun bitişiğinde Cezire, Kobani ve Efrin adıyla üç kanton kurup özerklik ilan edilmesini “devrim” olarak nitelendiriyorlar. Bunu amaçlarına ulaşmak için önlerine açılan tarihi bir imkân sayıyorlar. IŞİD’in başlattığı Kobani saldırısı bu motivasyonu doruğa ulaştırıyor. Örgüt burayı bir “Stalingrad” olarak görüyor; daha şimdiden Kobani direnişini destanlaştırarak, milli kurtuluş hareketi ilan ederek, Öcalan’ın yıllarca önce teorik tasarımını yaptığı dört parçalı konfederal Kürdistan projesinin yürütülmesi maksadıyla kullanmaya hazırlanıyorlar. Şu anda bölgedeki gelişmeler bu niyeti destekleyen yönde gelişiyor. PYD ve dolayısıyla PKK meşruiyet kazanıyor, IŞİD’e karşı dövüşen savaşçılar olarak alkış topluyor; Washington’a güvenilir bir müttefik imajı sunuluyor ve silah desteği sağlanıyor. Bu gelişmeler yaşanırken PKK’nın silah bırakma konusu artık rafa kalkmış oluyor.
Uluslararası desteği arkasına alan PKK-PYD Kobani’deki IŞİD ablukasını kısa sürede ortadan kaldıracak gibi görünüyor. Böylece IŞİD’i püskürterek prestijini yükselten PKK-PYD’nin Rojova’da ilan ettiği özerklik uluslararası alanda kabul görecek. Başka bir ifadeyle etnikçi Kürt hareketi Irak’tan sonra Suriye’de fiilen ikinci devletlerini kurmuş olacak. Bunun ilkinden farkı Barzani’nin bu oluşuma sıcak bakmaması, hâkimiyeti için tehlike saymasıdır. Buna karşılık Türkiye ve Kandil’deki PKK’lılar artık komünal-sosyalist sistemlerini hayata geçirdikleri, meşruiyet kazandıkları coğrafi bir alana sahip olacaklar.
Hükümetin beş yıldır PKK ile barış girişimlerini belirli bir güvenlik bürokratı ve dar bir siyasi kadro ile yürütmeye çalışırken, meselenin güvenlik boyutunu tamamen dışlaması, Genelkurmay’ı bile devreye sokmaması, operasyon yetkisini askerden devralan valilere olayları sadece izleme talimatı verilmesi devletin bölgedeki varlığını ciddi şekilde aşındırmış, tartışılır hale getirmiştir. Öcalan ve PKK’nın iç ve dış şartların sağladığı elverişli pozisyona rağmen Türkiyelilik kimliğini benimseyerek temel hedeflerinden vazgeçeceğini düşünenler ya hayal görüyorlar yahut Türk halkını uyutup tepkisiz kılarak bu etnikçi harekete, paralel devlet oluşumuna zemin hazırlamak istiyorlar. Hangi siyasi görüş ve düşüncede olursa olsun 780 bin kilometrelik vatan coğrafyasının korunması, milli devletin bekası hususunda duyarlı olan herkesin vakit geç olmadan gerçekleri görmesi, net bir tavır alması gerekiyor.
Yoğun dış baskılara direnemeyen hükümet Peşmerge’nin Türkiye üzerinden Suriye’ye geçmesine izin verdi. Peşmerge’nin bir kısmı havayoluyla Urfa’ya getirilirken, diğer kısmı ağır silahları taşıyan araçlarla Habur’dan ülkemize girdi.
Suruç’a kadar olan yol boyunca PKK yandaşları geçişi gösteriye dönüştürmeye çalıştılar. Yeni bir Habur rezaleti yaşandı. Hem de 29 Ekim’de yani en büyük milli bayram gününde. Türk halkı bayramını Ermenek’te yaşanan acıya rağmen coşkuyla kutlarken PKK’lılar bu milli günü inadına gövde gösterisine dönüştürdüler. Bu geçişe tam da 29 Ekim günü izin verilmiş olması rastlantı mıdır, bilmiyoruz.
http://www.turkocagi.org.tr
01.01.2015