Ankara, en azından 3000 yıllık geçmişiyle ilk çağlardan beri Anadolu’nun en eski kentlerindendir. Ankara, belirli bir zamanda, ilinen bir kişi ya da millet tarafından kurulmuş olmayıp Eskitaş (Paleolitik) devrinden beri bir yerleşim yeridir; zaman içerisinde, yavaş yavaş genişleyerek büyümüş ve büyük bir olasılıkla Hititlerden önceki devirlerde bugünkü söylenişine çok yakın olan bir biçimde adlandırılmıştır (Erzen, 2010). Kuruluşundan beri sürekli oturulan bir yerleşim yeri olmasının en güzel örneği, içinde hala yaşanılan ve kendisi de yaşayan Kalesidir. Kuruluşundan bugüne Ankara’nın sürekli iskan görmüş olmasının temel nedeni, hiç kuşkusuz, İlkçağdan başlayarak Anadolu’yu doğusu ile batısını ve kuzeyi ile güneyini birbirine bağlayan ordu, posta ve ticaret yolu özelliği taşıyan anayolların kavşağında olmasıdır (Aktüre, 2000). Herodot, “Kral Yolu”nun Ankara’dan geçtiğini yazmaktadır (Erzen, 2010). Pers İmparatorluğu devrindeki ünlü Avrupa’dan gelip Orta Doğu ve Asya’ya giden yolların kavşağında ve doğal olarak korunaklı olması bakımından bütün Anadolu’ya egemen bir konumdaki Ankara kale kenti tarih boyunca stratejik bir öneme sahip olmuştur. Bu nedenle Selçuklular Ankara’yı “dar’ül-hısn” yani korumalı yer (müstahkem mevkii) unvanıyla adlandırmıştı (Çetin, 2012).
Kimler tarafından ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, Hititlerin Anadolu’da ilk siyasal birliği kurması ile Ankara, Türklerden önce, sırası ile, Hitit, Frig, Lidya, Pers, Galat, Roma ve Bizans egemenliği altında bulunmuştur (Bkz. Metin sonundaki Ankara’nın Özet Kronolojisi çizelgesi).
Adı, çeşitli dönemlerde benzer sesler üzerinden okunmuş ve yazılmıştır. Frigler yazılı bir belge bırakmadığından bu devirde Ankara’nın adı kesin olarak bilinememektedir. Galatların ise kent için Ankyra (“Anküra” olarak okunur) adını kullanmış olduğu sanılmaktadır; çünkü onların da yazılı belgeleri yoktur ve sonraki Helenistik dönem tarihçileri Galatlar’dan söz ederken bu adı kullanmışlardır. Helence’de “Αϒχυρα/Ankypac”, “Anküra” olarak okunur ve Latince’de “Ancyra” yazılır ve “Ankira/Anküra” olarak okunur ve Friglerden beri süre gelen gemi çıpası kentin simgesi olarak korunur (Erzen, 2010). Arapça kaynaklarda “Beldei-el Selasil”, “Ma’muriye” ve “Ma’muriye-i Selâse” olarak geçer. Türklerin Anadolu’ya gelmesinden sonra “Ankara” ve “Engürü[1]” olarak değişime uğrar, bazen Arapça ek alarak “Engüriye” olur ve buradan batı dillerine de “Angora” olarak geçer. Selçuklular sikkelerinde resmi ad olarak “Ankara” ve İlhanlılar da “Engürü, Engüriye” adlarını kullanmışlardır. Osmanlılar ise önceleri “Engürü” ve “Engüriye” derken 16. Yüzyıldan itibaren de “Ankara” demişlerdir.
Frig ay tanrısı Men büstü (Anadolu Medeniyetleri Müzesi)
Ankara kentinin, ilk olarak Frigler döneminde kurulduğu bilinmektedir. Frig dilinin de diğer Avrupa dilleri gibi İndo-German dil ailesinden olduğu kabul edilmektedir (Erzen, 1946). Helenistik dönemden itibaren tarihsel kayıtlara geçmiş olan Ankara adının “Αϒχ” kökü İndo-German etimolojisinde “çengel, kıvrıntı” anlamına gelmektedir. Ankara’nın konumundan dolayı bu adlandırmanın tepelik ve vadilik topoğrafyasından geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Ankara’daki en eski tapınak, Augustus Tapınağının üzerine kurulmuş olduğu Friglerin ay tanrısı Men’e aittir. Ankara adının kökünü oluşturan “çengel, kıvrılma” durumunun Men’in omuzlarındaki yarım ay biçimli boynuzlardan gelmiş olabileceği de dikkate alınmalıdır.
Prehistorik Çağ
Bugünkü Ankara kentinin kapladığı alanla, çevresindeki tarih öncesi (prehistorik) yerleşmeler göz önüne alındığında kentin çok eski çağlardan beri sürekli bir yerleşmeye sahne olduğu anlaşılmaktadır. Çubuk çayı yakınında, Eti Yokuşu’ndaki yerleşmede Paleolitik çağa (MÖ 60.000) ait çeşitli eserler bulunmuştur. Ayrıca İstanbul yolu üzerindeki Ergazi’de ve Maltepe’de de bu döneme ait eserler ele geçmiştir. Kentin güney batısındaki Ahlatlıbel ile Koçumbeli’nde gün ışığına çıkarılan Kalkolitik (Bakır Çağı) ve Bronz Çağına ait küçük saray kalıntıları ise tarih öncesi dönemlerde, bu yerleşim yerlerinde küçük beyliklerin bulunduğunu göstermektedir.
Hititler Dönemi
Ankara ve yakın çevresinin daha sonra Hititler tarafından ele geçirildiği ve yerleştikleri bilinmektedir. Hitit döneminde (MÖ 1750-1200), Ankara’da bir kent olup olmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ankara’da, Hitit dönemine ait ne bir arkeolojik eser bulunabilmiş ne de Hitit tabletlerinde Ankara’ya ilişkin bir kayıt vardır (Erzen, 1946). Kalede yapılan kazılarda bulunan taş balta ve az miktardaki çanak çömlek parçası, Hitit döneminde, burada sadece bir askeri garnizon bulunduğunu düşündürmektedir (Erzen, 1946). İncek-Ahlatlıbel, Gölbaşı-Karaoğlan, Haymana-Gâvurkale, Haymana-Külhöyük, Kazan-Bitikhöyük, Çubuk-Balıkhisar ve Hasanoğlan buluntuları Hitit dönemindeki yerleşim yerlerinin Ankara Kalesinin çevresinde olduğunu göstermektedir. Bunlardan, Ankara-Haymana yolu üzerinde bulunan Gâvurkale Hitit İmparatorluk Dönemine ait bir kutsal alan ve yine Haymana-Oyaca yakınlarındaki Külhöyük ise önemli bir Hitit yerleşmesidir. Gâvurkale’de, tepenin vadiye bakan yüzünde iki üst düzey kişinin Ana Tanrıça’ya doğru gittiği bir kaya kabartması ile yerel yönetimden bir beye ait olan mezar odası bulunmaktadır. Hititlerden kalan tabletlerde geçen ve kentin antik dönemlerdeki isimlerine benzetilen Ankuwa’nın Ankara’yı değil de Yozgat-Alişar’ı temsil ettiği kabul edilmektedir.
Haymana-Gâvurkale Hitit kabartması
Frigler Dönemi
Ankara kent merkezinde ilk önemli yerleşmenin, yapılan kazıların sonucuna göre, Frigler döneminde (MÖ 780-695) olduğu anlaşılmaktadır. Sayıları yirmiden fazla olan Ankara Frig Tümülüsleri bu dönemde Ankara’nın önemli bir Frig yerleşim yeri olduğunu gösterse de bu zengin nekropolün bağlı olduğu kent bugüne kadar ortaya çıkarılamamıştır (Akurgal, 1992).
Ulus çevresinde, Augustus tapınağı ile Çankırı Kapı arasındaki bölgede yapılan gerek arkeolojik gerekse inşaat kazıları sırasında çok sayıda Frig dönemine ait seramik ve çanak çömlek parçaları bulunmuştur. Ulus’ta, Roma devri ana caddesi Cardo Maximus’un kazısında, caddeden 2 m derinde, Gordion buluntuları ile eşleşen Erken Frig dönemini temsil eden gri ve siyah renkte seramik parçaları elde edilmiştir. Bu buluntular, Ankara’daki ilk Frig yerleşmesinin Hacı Bayram Tepesi dolayında olduğunu gösterir (Temizsoy ve diğ., 1996). Hacı Bayram Tepesi yakınındaki Ahi Yakup mescidinin sokağında bulunmuş olan Sphynx (Sfenks-kız başlı kanatlı aslan) ortostat (duvar kabartması) Friglerin burada büyük bir yerleşim kurduğunu düşündürür. Fakat bugüne kadar, kent yerleşimi altında kalmasından dolayı araştırma yapılamaması nedeniyle Ankara kenti içerisinde bir Frig yerleşimi ve yazıtı bulunamamıştır. Buna karşın, günümüzde kent içerisinde kalmış pek çok noktada (Bahçelievler, Beştepeler, Atatürk Orman Çiftliği, Anıt Kabir, Yenimahalle-Şenyuva, vb) Frig nekropolünü barındıran çok sayıda Tümülüs (kral/soylu mezarı) bulunmaktadır. Lidyalı (Manisa’lı olduğu düşünülür) gezgin-coğrafyacı Pausanias (MS 2. Yy), “Periegesis tes Hallados” (Helen Ülkesinin Tasviri) adlı 10 ciltlik eserinde Ankara’yı Frig Kralı Midas’ın (MÖ 750-695) kurduğunu ve kentin simgesi çıpayı (Ankhor) Ankara’daki Zeus Tapınağı’nda[2] gördüğünü yazar. Frigler, kurdukları bu kente, gemi çıpası anlamına gelen “Ankyra” (Anküra) adını vermişlerdir.
Frig dönemine ait Sfenks ortostat
Pers Satraplığı
MÖ 696-695 yıllarında Kimmerlerin istilası ile Frig Krallığı yıkılır. Kimmerler çekildikten sonra, Ankara, Lidya egemenliğine geçer ve bu devirde, bir ticaret merkezi olarak gelişmeye başlar. MÖ 547’de Pers Kralı Büyük Kirus’un Lidya Kralı Krezüs’ü yenmesiyle Ankara da bir Pers satraplığına (eyalet) dönüşür. Pers Kralı II. Darius’un (MÖ 522-485) kurduğu “Kral Yolu” Ankara’dan geçer; kent artık hem ticari hem de askeri bir merkezdir.
Helenistik Dönem Başlıyor
Nikomedyalı (İzmit’li) tarihçi ve filozof Lucius Fluvius Arrianus (MS 86/89-146/160), “Alexandrou Anabasis” (İskender’in Seferi) adlı eserinde Büyük İskender’in MÖ 334-333 kışını Gordion’da geçirdikten sonra ilkbaharda Ankara’ya gelerek sonbahara kadar Pers ordusunu burada beklediğini ve MÖ 333 baharında, Persleri yenerek Ankara’yı Makedonya topraklarına kattığını yazmıştır. İskender’in uzunca sayılacak bir süre Ankara’da kalması, o dönemde kentin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Büyük İskender ile birlikte Ankara bölgesinde Helenistik dönem başlar. Akurgal (1988), Anadolu’daki Helenistik dönemin 30 yılına kadar sürdüğünü ve bu tarihten itibaren Roma döneminin başladığını yazar. Büyük İskender’in seferiyle birlikte Ankara da tarih belgelerine geçmeye başlamıştır.
Galatlar
Ardından, Güney Fransa’da, Galya’da (Marsilya’nın (Massalia) Kuzey ve Doğusu), toprağa bağlı olarak yaşamayan göçebe ve savaşçı Galyalılar (Roma dilinde Gallus/Galli ve Helen dilindeyse Kelt), kardeşi Zipoytes ile olan taht kavgasında yardımcı olmaları için Bithinya Kralı Nikomedes’in daveti üzerine MÖ 281’den itibaren Balkanlardan Anadolu’ya geçmeye başlamıştır. Galyalıların Anadolu’ya geçen bu kolu, Romalılar tarafından Galatlar olarak adlandırılmıştır. Anadolu’ya geçen Galatlar, Tolistobag’lar, Tektosag’lar ve Trokme’ler olmak üzere üç kabile halindedir.
Galatlar’ın Ankara’yı kurduğu, Bizanslı tarihçi Stephanos Byzantinos’un (MS 600) coğrafya sözlüğü “Ethnica”nın “Ankyra” maddesinde Afrodisyaslı (Aydın-Karacasu) tarihçi Appollonius’dan (MÖ 3. Yy) alınmış bilgi olarak belirtilmiştir. Buna göre, Galatların Tectosagis kabilesi MÖ 278-277 yıllarında, Pontos Kralı I. Mithridates Ktistes’in ordusunda paralı asker olarak Mısır Kralı II. Ptolemaios’a karşı savaşmışlardır. Kazandıkları büyük zafer karşılığında, Mithridates, Halys (Kızılırmak) ve Sangarios (Sakarya) ırmakları arasındaki bölgeyi onlara yurt olarak vermiştir. Yerleştikleri bu bölge, artık Galatya olarak anılmaya başlanmıştır. Galatlar, zaferin simgesi olarak yanlarında getirdikleri bir Mısır gemisinin çıpasını kurdukları kente dikmişler ve bundan dolayı kente de “Ankyra” adına vermişlerdir. Ünlü coğrafyacı Amasyalı Strabon (MÖ 64-MS 24), 12 ciltlik “Geographika”sında (Coğrafya; MS 18?), Ankara kalesinin Tektosaglara ait olduğunu yazmıştır. Romalı yazar ve filozof Gaius Plinius Secundus (MS 23-79), 37 kitaptan oluşan büyük eseri “Naturalis Historia”nın (Doğa Tarihi) “Galatya Coğrafyası” bölümünde Ankara’dan söz eder.
(Soldan sağa) “Ölen Galyalı”- Bergama Kralı I. Attalos, Galatlara karşı kazandığı zaferi kutlamak amacıyla MÖ 230-220 yıllarında saray heykeltıraşı Epigonus’a yaptırmıştır (Şimdi Roma, Capitol Müzesi’ndedir [3]); bir Galat mezarı (Polatlı-Gordion Müzesi)
Appollonius’dan yapılan bu alıntı doğru olmayabilir. Büyük İskender’in Doğu Seferi sırasında MÖ 323 yılında Babil’de aniden ölümü sonrasında Makedonya İmparatorluğu parçalanarak Helenistik krallıklar oluşmuştur: Mısır’da Ptoleme Krallığı (MÖ 305-30); Anadolu’nun Toroslar bölgesi (Kapadokya-Kilikya), Suriye, Mezopotamya, İran ve Hindistan’da Selefki (Seleukos) Krallığı (MÖ 305-64); Bergama ve çevresinde Attalid Krallığı (MÖ 283-133); Adıyaman, Gaziantep ve Kahramanmaraş bölgesinde Kommagene Krallığı (MÖ 162-MS 17). Görüldüğü gibi, Ptoleme Krallığı’nın Anadolu’nun içlerine kadar gelip Pontos Krallığı ile savaşması için iki devlet arasında bulunan Selefki Krallığı topraklarından geçmesi gerekir ki tarihte böyle bir kayıt yoktur.
Yukarıda alıntılanan antik belgelere göre, Ankara, Frig Kralı Midas (MÖ 750-695) tarafından kurulmuş olmalıdır. Galatlar, Nikomedes’e yardım ettikten sonra onun yol göstermesiyle önlerine çıkan kentleri yağmalayarak MÖ 278-277 yılında, Sangaris (Sakarya) ve Halys (Kızılırmak) arasındaki Galatya adı verilen bölgeye yerleşmişlerdir. Galatların Tektosag kabilesi Ankyra kentini kendilerine merkez yaparak Nallıhan ve Kızılcahamam’a kadar batısını yurt edinmişlerdir. Tolistobaglar Pessinus (Sivrihisar-Ballıhisar) ve Trokmeler ise Tavium (Yozgat-Büyük Nefes) yöresine yerleşmişlerdir (Strabon). Böylece Nikomedes, aralarındaki savaşta kardeşinin yanında yer alan ve Kızılırmak doğusunda yerleşik Selefki (Seleukos) Kralı I. Anthiakos ile aralarında bir tampon bölge oluşturmuştur. Yağmacı Galatlar, Küçük Asya’da yağmaya devam edince I. Anthiakos, MÖ 270 yılında Toroslarda yaptığı savaşta Galatları bozguna uğratmıştır. Galatlar kendilerine ayrılan sınırlara çekilince I. Anthiakos üzerlerine gitmemiş ve hatta onlara savaş tazminatı bile ödeyerek uzlaşma sağlamıştır.
Bütün antik tarihçilerin birleştiği nokta, Ankara’nın simgesinin gemi çıpası olduğudur. Çıpa, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki Roma sikkelerinde de görülür. Hadrianus (MS 117-138) döneminde basılan Antinoos sikkesinin bir yüzünde, Frig başlıklı ayaktaki Tanrı Men bir gemi çıpasını tutmaktadır. Çıpa, MS 161-180 yıllarına ait Fausta ve MS 198-217’deki Caracalla sikkelerinde de görülür.
(Soldan sağa) Frig başlıklı Tanrı Men ayakta gemi çıpası tutan Roma sikkesi (Hadrianus (MS 117-138) döneminde basılan Antinoos sikkesi; AMM Çağlar Boyu Ankara Sergisi, 36 nolu sikke) ve Roma dönemi gemi çıpalı “ANKYPAΣ” sikkesi (Roma imparatoru Gallianus dönemi, MS 253-268; AMM-Çağlar Boyu Ankara Sergisi, 1 nolu sikke)
Bir Roma Metropolisi
Romalı Konsül G. Manlius Vulso, Roma’nın müttefiki Bergama Krallığını yenerek Hellas’a (Yunanistan) giren Selefki Kralı III. Antiokhus’u Sipylos Magnesia’sında (Manisa) MÖ 190’da yendikten sonra onların müttefiki Galatları cezalandırmak üzere MÖ 189 yılında Ankyra savaşında (Mageba Dağı/Elmadağ) Galatları yenerek kendi bölgelerinde kalmak koşulu ile onları Bergama Krallığının yönetimine bırakmıştır (Arslan, 2000, sf. 92-108). Roma’nın Bergama’nın yardımına koşması Bergama Kralı III. Attalos’u fazlasıyla mutlu etmiştir ki MÖ 133’te öldüğünde, mirasçısı olmadığından ülkesini Roma’ya miras bırakır (Güven, 2001).
Pontos Kralı Mithridates Eupator’un MÖ 88’de Anadolu’ya girerek Küçük Asya’yı istila etmesi üzerine Romalılar, Pontos Krallığını yenerek Anadolu’ya egemen olmuşlar ve MÖ 59’da, bütün Küçük Asya topraklarının yönetimini Galat Kralına bırakmışlardır. Böylece tarihte ilk kez Anadolu’nun Ankara’dan yönetilmesi başlamıştır (Arslan, 2000, sf. 92-108).
Roma İmparatorluğu’nun MÖ 27’de kurulmasının ardından Galatya, MÖ 25 yılında bir Roma eyaleti olarak ilan edilerek bir süre daha Galat prensleri tarafından yönetilmiştir. Galatya, MÖ 21’de Roma İmparatorluk Eyaleti (Provincia Galatia) ilan edilmiş ve Ankara da eyalet merkezi olmuştur (Arslan, 2000, sf. 186). Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı ile Avrupa’daki yolların birleşme noktasında bulunan Ankara, stratejik konumu nedeniyle Roma egemenliği altında hızlı bir gelişme göstermiş ve doğudaki savaşlar sırasında imparatorlar ile orduların dinlendikleri önemli bir askeri üs olmuştur.
Kent, özellikle MS ilk iki yüzyılda en parlak dönemini yaşamıştır. Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (MS 117-138) “Metropolis” (Büyük Kent) ünvanı alan kent ilk iki yüzyılda, Roma İmparatorluğu’nun üçüncü en büyük görkemli şehridir. İmparatorluk devrinde Ankara’ya, imparatorluk sarayına ait heykellerin açık alanlarda sergilenebildiği kentlere verilen “sebasteion” ve imparatorluk kültlerine izin verilen kentlere ait “neokoros” sanları da verilmiştir. Kentin adı, İmparator Nero (Neron) Claudius Caesar Augustus Germanicus (54-68) zamanında resmî belgelerde “Tektasagon Neocoros Lamportante Metropolis Sebaste Ancyra” olarak geçer. Marcus Aurelius Antoninus Caracalla (211-217) döneminde, imparatorun adına atfen ismine “Antoninania” eklenir ve “Tektasagon Neocoros Lamportante Metropolis Sebaste d’Antoninania Ancyra” olur. Ankara’ya, bir bağımsız kent olarak kendi sikkelerini bastırmak ve İmparatorluk ve Senato tarafından bastırılmış devlet paraları yanında bunları da kullanmak hakkı verilmiştir. Bu çağda, İstanbul, henüz Boğaz bölgesinde bir kolonidir. Roma döneminde, Ankara hem askeri hem de ticari bakımdan önemli bir kenttir. Roma’daki konsüllerden birisi görev süresini doldurunca birinci sınıf valilik olan Ankara’ya atanır.
Üzerinde “MHTROΠOΛΕΩΣ ANKYPAΣ” (Helence-Metropolis Ankyra) yazan Roma dönemi sikkesi (Anadolu Medeniyetleri Müzesi (AMM)- Çağlar Boyu Ankara Sergisi, 68 nolu sikke)
Tarihte, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri de dahil, Galatya eyaletinin başkenti olan Ankara hiçbir zaman Roma dönemindeki (MS ilk iki yüz yıl) kadar görkemli bir kent olmamıştır. Galatya eyaletinin Roma’ya katılması anısına, Galatya’nın son kralının oğlu tarafından Roma İmparatorluğu kurucusu ve ilk imparator Augustus (Gaius Julius Caesar Octavianus) (MÖ 64-MS 14, imparatorluk dönemi MÖ 27-MS 14) adına MÖ 25-20 yıllarında Hacı Bayram Tepesinde, olasılıkla MÖ 2. Yy’dan kalma Kibele ve Men (Attis) tapınağı temelleri üzerinde bir tapınak inşa edilmiştir. İlk Roma imparatoru Augustus’un “Tanrılaşmış Augustus’un Yapmış Olduğu İşler” (Res Gestae Divi Augusti) başlıklı yazıtının aslı Latince duvarın iç yüzünde) ve Helence (duvarın dış yüzünde) dilinde iki kopya olmak üzere Augustus Tapınağı duvarında bulunmaktadır.
Kent, Roma döneminde içişlerinde bağımsız ve demokratik bir yapıda yönetilmiştir. Kent Meclisi ve Halk Meclisi bütün kararları alma yetkisine sahipti. Bu dönemde, kentin alt yapısı tamamlanarak Elmadağ’dan künkler içerisinde su getirilerek mahallelere dağıtılmış ve Hatip Çayı üzerinde, Bentderesi mevkiinde, Roma su bendi yapılmıştır [5]. Ankara’nın en parlak devrini yaşadığı ilk iki yüzyılda inşa edilen çok sayıda Roma yapısından günümüze Augustus Tapınağı, Caracalla Hamamı ve tiyatro kalmıştır. 1834 yılında Ankara’ya gelen Fransız mimar ve gezgini Charles Texier, “Description de l’Asie Mineure de 1833 à 1837” (Küçük Asya) isimli eserinde ‘Ortalıktaki halen görülen eski kalıntılara, yıkıntılara bakılırsa Ankara, Roma kentini andıran görüntü ve zenginliğe sahip olmalıydı’ diye yazar. Kent artık hem çok genişlediğinden hem de Pax Romana (Roma Barışı) ile kolaylıkla korunduğundan Roma döneminde kale önemli değildir.
Suriye topraklarında hüküm süren Palmyra kraliçesi Zenobia, 267-68’de başladığı Kapadokya seferinde 270 yılında Ankara’yı ele geçirmiş ve 272’ye kadar kente egemen olmuştur. Roma İmparatoru Aurelianus bir güçlükle karşılaşmadan Ankara’yı geri almıştır.
Bizans Döneminde Ankara
MS 285 yılında Batı ve Doğu Roma olarak, kağıt üzerinde, ikiye bölünen imparatorluğu birlikte yöneten I. Konstantin (Batı Roma) ve Licinius (Doğu Roma) arasındaki savaş Üsküdar’da (Khrysopolis), MS 324 yılında Konstantin’in zaferiyle son bulur. İmparatorluğun tek hâkimi olan Konstantin, köhneleşmiş kurumları ve alışkanlıklarıyla imparatorluğun artık Roma’dan yönetilemeyeceğine karar vererek 11 Mayıs 330 günü Byzantion’u (İstanbul) imparatorluğun başkenti ilan eder ve Nova Roma (Yeni Roma) adını verir. 337’de Konstantin’in ölümü üzerine imparatorluk Batı ve Doğu Roma olarak fiilen ikiye bölünür.
Bizans tarihçisi Runciman (1943), coğrafya koşullarından yola çıkarak ancak Anadolu’nun merkezine tam olarak egemen olan bir devletin Boğazlar’ı da elinde tutabileceğini ileri sürmüştür. Anadolu’nun önemine değer vererek birleşik ve iyi yönetilmiş bir ülkeyi Roma’dan miras alan Bizanslılar bu yapıyı bozarak Konstantinopolis’i başkent yapmakla büyük bir hata işlemişlerdir. Anadolu’ya sahip olamadıktan sonra ne yapsalar İstanbul’u ellerinde tutmalarının oluru yoktur. Yıllar sonra Osmanlılar da tarihten gelen bu dersi almayarak bütün ülkeyi yitirmek yoluna girmişlerdir. Eğer Timur savaşı kazandıktan sonra Ankara’da durmasaydı ya da başka bir düşman bu fırsattan yararlanmak için başkente saldırsaydı Osmanlı devleti tümüyle ortadan kalkabilirdi.
MS 4. Yüzyılın ortasında Hristiyanlığın yayılması ile Ankyra, dinsel yönden önemli bir merkez olmuştur. Kentte MS 314 ve 358 yıllarında, Anadolu’daki kilise temsilcilerinin katıldığı iki Sinod meclisi toplantısının yapıldığı ve piskoposların önemli kararlar aldığı bilinmektedir.
Ankara, Doğu Roma’nın (Bizans) egemenliğinde artık bir dinlenme ve tatil kentidir. Hatta II. Theodosius (MS 408-450) sarayını yazları Ankara’ya taşır. Ankara, MS V inci yüzyılın ilk yarısından itibaren tam anlamıyla bir Hristiyan kenti olur. Ankara Kalesi’nin surları büyük ölçüde Bizans döneminde, önce İç Kale’yi çevreleyen sur, olasılıkla, İmparator II. Konstantinus tarafından 659-668 yıllarında ve İmparator III. Mikhael tarafından 859’da, bu surun onarılması ve berkitilmesiyle birlikte Dış Kale çevresindeki sur inşa edilmiş olabilir (Mamboury, 2014, s. 153; Ergenç, 1980, s. 95; Aydın ve diğ., 2005, s. 122). Ankara kırsalında ortaya çıkarılan dördüncü ve yedinci yüzyıl arasına ait büyük ve çok odalı yapılar ile fazlaca manastır ve kilisenin varlığı o dönemde kırsal kesimde büyük toprak sahiplerinin bulunduğunu akla getirir (Foss, 1977).
Bizans egemenliği altında çoğunlukla barış içinde yaşayan Ankara, VII nci yüzyıldan başlayarak önce yüzyılın ilk çeyreğinde İranlı Sasani ve daha sonra yüzyılın ikinci yarısı ve VIII inci yüzyılın başlarında Arap akınlarına uğramış ve yağma edilmiştir. Bu zamanın etkisiyle düzlükteki kent dönüşüm geçirerek tepedeki kalın surlarla korunan kalenin içine çekilmiştir. Roma’nın “Metropolis”i artık Bizans’ın “sınır kenti” olmuştur (Aktüre, 2000).
Bizans yönetimi sırasında ilk kez 654 yılında Araplar tarafından ele geçirilmiş; ardından 797 ve herhalde bir de 806’da Harun el Reşit, sonra 838’de El Mutasım’ın Türk kökenli komutanı Afşin Bey (Eyice, 2011) tarafından zapt edilmiştir.
Ankara, yedi ve sekizinci yüzyıllarda askeri bakımdan önem taşırken Bizans’ın doğuyla olan ticaretinin yoğunlaşması üzerine dokuz ve onuncu yüzyıllarda kentin ticari bakımdan önemi artmıştır (Aktüre, 2000).
Özellikle beşinci yüzyıldan itibaren kilisenin toplum yaşantısına egemen olması sonucunda Roma’dan kalan palaestra, gymnasium, tiyatro ve tapınaklar kentteki işlevlerini yitirmişlerdir (Aktüre, 2000).Artık bu tür sosyal işlevlerin büyük kısmı kentteki çoksayıdaki kilise çevresinde toplanmaktadır. Bizans döneminden günümüze gelemeyen büyük yapıların varlığı kaynaklardan belirlenebilmektedir: Theodotos Binası, Vali Maximus villası, Nosokomeion (hastane), Xenodocheion (yurt, konukevi), 6 kilise (Katedral, Basileios (4. Yy), Aziz Plato (5. Yy), Baş Melekler, Azizler, Genç Rahipler (5. Yy), 1 şapel (Christopher ve Chariton), 6 manastır Nilus (5. Yy), Kale’nin karşısındaki dağda bulunan manastır (5. Yy), Petris Rahibeleri (6. Yy), Magna Rahibeleri (5. Yy), Beeia’nın Tanrı anasına ithaf edilen rahibeler manastırı (6. Yy), Attalina Rahipleri (7. Yy), mezarlık (bugünkü Gar çevresinde).
Ankara Kalesi iç surları
Ankara’da Norman Krallığı
Bizans İmparatoru IV. Romanos Diogenes (Romen Diyojen; 1068-1071), Anadolu’da yeşermeye başlayan Oğuz-Türkmen yerleşimini yok etmek amacıyla bir Doğu Anadolu seferini başlatır. Avrupa’daki güçlü beylere katılmaları için çağrı yapar. On birinci yüzyılda, Bizans ordusunda paralı asker olarak görev yapan Normanların[6] reislerinden Roussel de Bailleul’ün[7] orduya 1067-68’te katılmış olduğu söylenebilir (Aliyazıcıoğlu, 2018). Sefere katılmak üzere Anadolu’ya geçtiği o devrin kayıtlarında vardır.
Savaşa tanıklık eden Bizans Sarayı tarih yazıcılarının notlarında Malazgirt’te Selçuklularla savaşan Bizans ordusu saflarında isminin geçmemesi, Roussel de Bailleul ve askerlerinin Malazgirt Savaşı öncesinde Bizans kuvvetlerinden ayrılmış olduğunu (Freely, 2012, sf. 36) göstermektedir. Ahlat civarında Bizans ordusundan ayrılıp (Aliyazıcıoğlu, 2018) ortadan kaybolur.
Malazgirt sonrasında, Doğu Roma’ya isyan eden Roussel egemenliğini ilan eder ve olasılıkla Orta Anadolu’da yerleşmek ister (Turan, 2014’ten aktaran Yavuzcan, 2020). Üzerine gönderilen Bizans ordusunu, Ankara yakınlarında Sakarya nehri kavisinde (Freely, 2012, sf. 36) “Zompi köprüsünde[8]” (Aliyazıcıoğlu, 2018) yener. Bunun sonucu olarak neredeyse kuzey Anadolu’nun iç kısımlarının tamamı Norman reisi Roussel’in eline geçmiştir (Aliyazıcıoğlu, 2018). Belki de Malazgirt’e doğru giderken yolu üzerinde bulunan Galatya’dan geçerken burada yaşayan kendileri gibi Fransız kökenli Galya/Galat soylu halkın Norman geleneklerine yakın bir yaşam sürdürdüğünü görünce bu bölgede bir hükümdarlık kurabileceği fikrine kapılmıştır.
Roussel’in, tahtı ele geçirmek isteyen Yannis Dukas’ın yanında yer alması üzerine Bizans İmparatoru VII. Mikhail (1071-1078), Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın komutanlarından ve Anadolu Selçuklularının kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile bir anlaşma yapar (Mecit, 2017, sf. 242). Roussel’in kendisine teslim edilmesi karşılığında Oğuz Türkleri’nin Anadolu’da yerleştikleri yerler üzerindeki Bizans’ın haklarından vazgeçtiğini kabul eder. Anna Komnena (1996, sf. 17), bu anlaşmayla Selçukluların “Anadolu’da geniş bir ülke parçasını” ele geçirdiklerini belirtir. Antlaşmaya uygun olarak, Artuk Bey komutasındaki Selçuklu savaşçıları Roussel üzerine yürür, 1074 yılında yenilen Roussel kaçarak kendi krallığına bağlı olan Amasya‘ya sığınır (Freely, 2012, sf. 36). Bu sırada isyan eden Bizans generallerinden Nikoferos ile birlikte İstanbul üzerine yürüyünce Selçuklu orduları, İzmit’te Roussel’in ordusunu yenilgiye uğratır ve Roussel, VII. Mikhail tarafından 1077 yılında idam edilir.
Resmi tarihimizde 1071 Malazgirt Savaşı sonucunda Anadolu’nun kapılarının Selçuklulara açıldığı yazılır. Oysa 1073’te Selçukluların, daha iki yıl önce kesin yenilgiye uğrattıkları Doğu Roma İmparatoru ile “Oğuz Türkleri’nin Anadolu’da yerleştikleri yerler üzerindeki Bizans’ın haklarından vazgeçmesi” karşılığında Norman krallığını yok etmek için yapılan güç birliği antlaşması ne anlama gelmektedir? Tarihimizde, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle ilgili hâlâ açıklanamamış pek çok nokta olduğu açıktır.
Selçuklular Ankara’da
Malazgirt’ten sonra Alp Arslan’ın beylerinden Melik Danişmend Ahmet Gazi ordusu Ankara’nın önlerine kadar gelir ve 1073 yılında kırsal bölgeyi ele geçirir. Bu dönemde, Ankara gibi iyi korunan kaleler Bizansın elinde iken çevrelerindeki bütün kırsal kesim Danişmendler tarafından ele geçirilmiştir. Eyice (2011), 1071’den sonra Ankara’nın hemen Türklerin eline geçmediğini 1073’de henüz komutan olan fakat ileride Doğu Roma İmparatoru olacak Aleksios Komnenos’un kardeşi İsaak ile Ankara Kalesi’nde buluşmasından çıkarır. Bu durum fazla uzun sürmez ve Ankara’da krallık kuran Norman ordusunu yok eden Danişmend komutanlarından Emir Turasan Gazi[9], 1081’de kenti alır. Ankara 1101’de, Haçlı seferleri sırasında, Haçlı ordusu komutanı Raymond de Toulouse tarafından Türklerden alınarak yeniden Bizans’a verilir. 1127’de Danişmendler kenti kesin olarak Doğu Roma’nın elinden alırlar. Selçuklular’ın Bizans’tan aldıkları başlıca Anadolu kentlerinde Türkmen nüfus yavaş bir artış gösterirken Ankara ve çevresindeki bugünkü iller Türkmen göçlerinin yoğun olduğu ve buraların ilk Türkmenlere yurt işlevi gördüğü bilinmektedir (Aktüre, 2000). Bugün bile Ankara kırsalındaki, hemen hemen tüm Oğuz boylarına[10] ilintili Yörük topluluklarının adını taşıyan çok sayıdaki yerleşim yerleri bunu kanıtlar (Erdoğru, 2012).
Ankara, 1143’de Danişmend oğullarından II. Melik Muhammed Gazi’nin ölümünden sonra Selçuklu Sultanı I. Mes’ud’un mülkü olmuştur. Ölümünden sonra çıkan taht kavgalarının ardından 1169’da kent II. Kılıçarslan’ın eline geçmiş ve ölmeden önce 1190’da ülkesini oğulları arasında paylaştırdığında Ankara Muhiddin Mes’ud’un payına düşer. Mes’ud zamanında Ankara tam bir kültür ve sanat merkezi haline gelmiş ve Kale’deki ilk Selçuklu cami yapılmıştır. Muhiddin Mes’ud’un, 1201 yılında, kendi adına Ankara’da para bastığı bilinmektedir. II. Kılıçarslan 1192’de ölünce oğulları arasında taht kavgası çıkar ve Selçuklu merkezi olan Konya egemeni I. Gıyaseddin Keyhüsrev, diğerlerine üstün gelerek 1204’te tahta oturur. Aynı yıl veya öncesinde Mes’ud da Ankara’dan uzaklaştırılmıştır. Keyhüsrev’in savaşta ölmesi üzerine yerine 1210’da İzeddin Keykavus geçmiştir. Bu kararı kabul etmeyen I. Alaeddin Keykubat yenilince kaçarak 1211’de Ankara’ya sığınmış, halk ve eşraf (Ahiler) onu, 1212 ilkbaharında kenti kuşatan kardeşine teslim etmemiştir. 1212-13 kışında Ankara halkı sıkıntıya düşünce, 1212 ilkbaharında kenti kuşatması üzerine yöreye egemen Bayındır aşireti beyi Seyfeddin Kızıl Bey elçilik yaparak iki kardeşi 1213 yılının ilkbaharında barıştırmıştır.
Hükmettikleri her kenti bir sıfatla belirleyen Selçuklular, Ankara’yı “Dar-ül Hısn” (Tahkimli Belde) olarak adlandırmışlardır. Keykavus’dan sonra Selçuklu tahtına oturan Alaeddin Keykubat dönemi (1219-1237) Selçuklular’ın en parlak devridir ve Ankara, bu dönemde büyük imar faaliyetlerine sahne olmuştur. Selçuklular döneminde, Ankara’da bir darphanenin bulunması ekonomik bakımdan canlanmayı gösterir. Kentin simgelerinden Akköprü’nün 1222’de inşası da ticaretteki hareketlilik ile refah ve bayındırın göstergesidir. Kentteki Türk yerleşmesi XIII. ve XIV. yüzyıllar boyunca tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi gibi çeşitli meslek gruplarının katılımı ile artmıştır. Kent merkezinin coğrafi konumu, ticari ve askeri önemine rağmen göçer Türkmenler için cazip olmamıştır. Selçukluların yönetiminde Anadolu’da ticari güvenliğin sağlanması ile Ankara yeniden canlanmıştır.
Alaeddin Keykubat, Harezmşahlar ile yaptığı Yassıçimen savaşında (1231) kendisini destekleyen Ertuğrul Gazi ve Karakeçili aşiretine Haymana Ovasını yaylak, Haymana’daki Karacadağ Ovasını yaylak, Kesikköprü’deki Karakeçili köyünü de kışlak olarak vermiştir (Erdoğan, 2008). Ertesi yıl, Bizansla yapılan Sultanönü (Eskişehir-Odunpazarı) savaşından sonra Domaniç’e yerleşirler.
Kalesinin (“kal‘atüsselasil” olarak tanınır) konumundan dolayı önemli bir askeri üs olan Ankara, Anadolu Selçuklularının taht kavgalarında da önemli bir yer tutmuştur. Alaeddin Keykubat 1237’de zehirlenerek öldürülünce Anadolu’daki huzur dönemi kapanmış ve iç çatışmalar baş göstermiştir. Kale’nin kuzey tarafından bulunan 1251 tarihli bir kitabeden kalenin bugünkü halini bu dönemde aldığı anlaşılmaktadır.
Moğol İstilası
Selçukluların zayıflaması sonucunda Anadolu’yu basan Moğollar 1243 yılının Temmuz’unda yapılan Erzincan’daki Kösedağ Savaşı’nı kazanırlar ve bundan sonra Anadolu’da her şey bir anda tersine döner. Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev, ailesini ve hazinesini de alarak güçlü bir kalesinin olması nedeniyle Ankara’ya kaçarken (Çetin, 2012) veziri Mühezzibeddin (Muhaddabeddin) Moğollarla yaptığı görüşmeler sonunda Selçuklu Sultanlığını tamamıyla ellerine geçirmek yerine bir vasal devlet haline getirilmesine razı eder. Daha birkaç yıl öncesine kadar, Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanında en parlak dönemini yaşayan Anadolu 1243 yılından sonra bir anda Moğol boyunduruğu altına girmiştir. Selçuklular yıkılana kadar Moğollara yıllık vergi ödenmiş, askerlerinin masrafları karşılanmış ve onların seçtiği sultanlar ve vezirler ile ülke yönetilmiştir.
Moğolların Anadolu’yu istilası sırasında diğer Selçuklu kentleri gibi Ankara da sarsılmıştır. Ancak Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1243 yılından başlayarak çöküşü ile Osmanlıların kurulması arasındaki boşluk döneminde devlet otoritesinden yoksun kalan Ankara’nın yönetim, asayiş ve güvenliği ile ekonomik düzeninin bir kent cumhuriyeti biçiminde 1290 yılından itibaren Ahiler tarafından sağlandığı Osmanlı kaynaklarından anlaşılmaktadır. Ahiler, daha sonraları, tarihin çeşitli dönemlerinde yaşanan yönetim boşluğu dönemlerinde de kurumsallıklarından kaynaklanan bir özellikle bu boşluğu doldurmuşlardır.
Ahi Yönetimi
Ahiler, Cengiz’in hükümdarlığındaki Moğolların batıya doğru oluşturdukları baskı sonucunda Türkistan, Harezm ve İran’dan, XIII üncü yüzyılın başlarında, Anadolu’ya gelmişlerdir. Ahi sözcüğü, cömert, eli açık, yiğit anlamına gelen Orta Asya Türkçesi’ndeki “Akhı” sözcüğünden gelmektedir ve Türk dili ile kurumlarının Araplaştırılması özentisi içerisinde kardeşim anlamına gelen Arapçadaki “Ahi” sözcüğüne benzetilmiştir. Ahilik, sanat ve ticaretin güzel ahlak ve doğruluk ile iç içe geçmesi ve askerlik ile güçlendirilmesi olup Ahilerin temel düsturu kardeşlik, birlik ve beraberlik, her daim birbirinin yanında olmak, eli açıklık, ihtiyaç sahibine yardımcı olmak ile yoksulu ve garibi korumak kollamak yanı sıra yiğitlik, mertlik, gözü pek davranmak biçiminde anlatılabilecek “fütüvvet” esasına bağlı kalmaktır. Bir diğer özellikleri de gerektiği zaman duvarda asılı silahlarını alarak savaşa gitmeleridir. Selçuklu sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev tahta oturduğunda, vezirini göndererek 1204 yılında, Ahi uluları Türk asıllı Şeyh Evhadüddin el Kirmanî ve damadı Şeyh Nasırüddin Mahmud’u (Ahi Evren) Bağdad’dan Anadolu’ya davet etmiştir. Anadolu’da Ahiliğin temelini atacak olan Şeyh Kirmanî ve Ahi Evren gelerek Kayseri’ye yerleşmişler ve debbağlığa (deri zanaatkârlığı) başlamışlardır. Şeyh Kirmanî, 1238 yılında, her beldede halifesi bulunan bir fütüvvet teşkilatını tamamlamıştır. Ölümünden sonra yerine geçen Ahi Evren, bu fütüvvet teşkilatı içerisinde Ahilik denilen yeni bir örgüt oluşturmuştur. Esaslarını fütüvvetten almakta fakat bölge gerçeklerinden yola çıkan Anadolu Türklerine özgü bir kuruluştur. Ahilik bir islamî teşkilat olmayıp sadece Anadolu Türklerine aittir. Ahiliğin diğer tarikatlardan farkı sadece esnaf ve sanatkârların bu örgüte katılabilmesidir. İş yerlerinde yamak, çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi ile mesleğin incelikleri öğretilmekte ve akşamları ise toplandıkları odalarda ahlak eğitiminden geçmektedirler. Ahilik, Anadolu Türklerinin sosyo-ekonomik yaşantısında büyük bir gelişme sağlamıştır. Yerli halkın elindeki sanat ve ticaret yaşamına Türkler de katılmış ve bu sayede, göçebelikten çıkarak kentlere yerleşmişlerdir. Ahilik, büyük tarih bilgini Fuat Köprülü’ye göre, Osmanlı devletinin kuruluşunda ve yeniçeri örgütünün ortaya çıkışında da büyük rol oynamıştır.
Bu dönemde, Moğolların baskısı sonucunda Selçuklu devletinde karışıklıklar başlamıştır. Sultan II. Keyhüsrev’in veziri Sadeddin Köpek bu karışıklıklardan sorumlu tutarak birçok Ahi ileri gelenini tutuklatır. Bunun üzerine 1240 yılında, Babailer İsyanı çıkar. Ağır bir katliama uğrayan Ahiler ve Türkmenler “uç” bölgelerine göçerler. Sultan IV. Rükneddin Kılıçaslan zamanında, 1250 yılında, Ahiler ve Türkmenler yeniden ayaklanırlar. Ahi Evren, 1261 yılı 1 Nisan günü öldürülür. Kırşehir katliamından kurtulan Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebalı, Geyikli Baba ve Abdal Musa gibi Ahi ileri gelenleri ağır baskılar sonucunda 1278 yılında bir kez daha “uç” bölgelere göçerler. Ahi Evren’in halifelerinden Ahi Hüsameddin, babası Seyyid Şemseddin Ahi Yusuf ve yanındakiler ile birlikte Ankara’ya gelirler. İbn Battuta, Ankara gibi bir beyin oturmadığı kentlerde ahilerin reisinin o kentin efendisi olduğunu yazar (Cohen, 2000). Moğol denetimi altındaki Selçuklu Anadolu’sunda bu yönetim çok güçlü olmuştur.
1290 yıllarında Selçukluların zayıflamasıyla kargaşanın başlaması sonucunda Ahiler kenti yönetmeye başlamış ve 1362’de Osmanlı padişahı I. Murad Hüdavendigar’a savaşmadan teslim edilinceye kadar sürmüştür. Kentin önüne gelen I. Murad’ın, ahilerin ileri gelenlerine “devletsizler” diye seslenmesinden ve Tâcü’t-Tevârîh’ten[11] naklen Galanti’nin “O zaman Ankara’nın sahipleri, bağımsızlık davasını güden Ahiler…” demesinden bu dönemin niteliği açıkça anlaşılmaktadır. Osmanlıların Ankara’yı bir bey elinden değil de genel bir ifadeyle ahilerden aldığını söylemesi, ahilerin şehrin yönetimine hâkim olduğunu göstermektedir. Ankara’yı merkez edinen ve kent yöresinde hüküm süren Ahi hükümeti, bir derviş-esnaf cumhuriyeti olup ahi uluları tarafından günümüzdekine yakın bir demokrasi ile yönetilmiştir. Bu dönemde Ahi yönetiminin başında Ahi Hüsameddin Hüseyin Efendi (1290-1296), Ahi Şerafeddin Mehmed Efendi (1296-1332) ve Ahi Hüseyin Efendi (1332-1354) bulunmuşlardır.
Moğollar 1304’de Ankara’yı vergiye bağlarlar ve bu durum 1341 yılına kadar sürer. Bu dönem, Ankara Kalesi’nin ana kapısındaki vergi alınmasına ilişkin 1330 tarihli Farsça kitabeden anlaşılmaktadır. İlhanlılar, Ankara’da, Arap ve Uygur harfleriyle para da basmıştır. Moğol istilası döneminde Ahiler kenti bir emir olarak yönetirler. İlhanlılar, bir Anadolu Valisi atamışlar ve Ankara yakınında bir askeri birliği de bulunsa kent ile fazla ilişkileri olmamıştır. Ankara’da, diğer Anadolu kentlerinin tersine, İlhanlıların yaptırdığı herhangi bir yapının bulunmaması da bu düşünceyi desteklemektedir.
Ankara’nın 1700-1799 yıllarındaki görünümü (Amsterdam, Rijksmuseum)
Osmanlı’da Ankara
Osmanlılar, Ankara’yı iki defa fethetmiştir. İlk fetih, 1354’te, Orhan Bey zamanında Süleyman Gazi (Rumeli Fatihi olan Veliahd-Şehzade) tarafından gerçekleşmiş ve bir süre Ahiler tarafından otonom yönetilmiştir. Süleyman Gazi’nin kardeşi I. Murad, Rumeli’ne sefere çıkmadan önce, Doğu sınırında emniyeti sağlamak için, stratejik mevkiinden dolayı Ankara’yı 1362’de tekrar ve kesin olarak Osmanlı ülkesine katmıştır.
1402 yılında, Timur ve Yıldırım Bayezid arasındaki Ankara Meydan Savaşı ve sonrasında büyük ölçüde yıkıma uğrayan kent, 1413 yılında Çelebi Mehmed’in sultan olarak tahta oturmasıyla tekrar Osmanlı kontrolü altına girmiştir. Bu onbir yıllık fetret devrinde, Selçuklular ve İlhanlılar döneminde yaşandığı gibi kenti yine Ahilerin yönettiği düşünülebilir. Ankara, II. Murad döneminde yeniden imar olmuştur. Ankara, XVI. yüzyıl başında, sınırlarını aşarak Hisar’ın batı ve güney eteklerine doğru genişlemeye başlamıştır. Bu dönemde, kentte 85 mahalle bulunduğu bilinmektedir.
Osmanlı’nın gerek Fetret devrinde gerekse sonraki şehzadelerin taht mücadelelerinde Ankara, aynen Alaeddin Keykubat’a sahip çıktığı gibi, Fatih’ten beri Anadolu Beylerbeyliği merkezi ve Ordu-yu Hümayûn karargâhı olduğu halde hep kaybeden muhalif tarafta yer almıştır. Önce, II. Bayezid’e karşı Cem Sultan’a destek vererek Ankara’ya davet etmiş; sonra da Kanuni’nin şehzadeleri Selim ve Bayezid arasındaki mücadelede İran’a kaçmak zorunda kalan Bayezid’in yanında yer almıştır. Ankara’nın bu muhalif tavırları üzerine, Anadolu Beylerbeyliği 1523 yılında Kütahya’ya verilmiş ve bu tarihten sonra kent önemini yitirmiştir. Ankara’ya 1648 yılının Nisan ayı son günlerinde (H. 1058 yılının Rebiulâhir ayının başında) gelen Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Ankara’yı “Anadolu toprağında hâlâ bağımsız Sancak Beyliği” olarak tanımlamıştır.
XVI ncı yüzyılın ortalarında başlayıp XVII nci yüzyılın başında (Büyük Kaçgun 1603-1608) Anadolu’yu bütünüyle etkisi altına alan Celali isyanları sırasında, 1603 yılında Celali Karakaş Ahmed, Ankara yöresinde yağmalar yapmış ve kente girerek Karaoğlan, Samanpazarı ve Karacabey Hamamı semtlerini yakıp yıkmıştır. Saldırılar karşısında, Ahilik geleneğini hatırlayan Ankara halkı, Kadı Vildanzade Mevlâna Ahmed Efendi önderliğinde örgütlenerek kentin çevresine bir koruma duvarı yapmaya karar vermiştir. 1606 yılında başlayan 12 kapılı duvarın inşası 1607’de bitmiştir. Bu sırada, 1606 yılı sonunda Sadrazam olan Kuyucu Murad Paşa, İran seferine çıkarken arkadan vurulmamak amacıyla Celali Kalenderoğlu’na anlaşma olarak Ankara Sancakbeyliğini vermiştir. Kalenderoğlu kentin önüne gelince, Ankara bir kez daha otoriteye kulak asmamış ve Kadı Vildanzade dış duvarlardaki kapıları kapatarak Sadrazamın kararına rağmen Celaliyi kente sokmamıştır. Celaliler sekiz kez kente saldırdıkları halde girmeyi başaramamışlar ve Karaman Beylerbeyi ordusunun yardıma gelmesi üzerine kaçmışlardır. Bütün Anadolu’yu kasıp kavuran Celali, levend ve suhte (medrese talebeleri) ayaklanmalarına karşı Ankara, Ahiliğin temeli olan zanaat ve ilmiye (din bilgini) örgütlenmesiyle direnerek kendisini korumuştur.
Ahilerin XIII üncü yüzyıl başında Ankara’ya getirdiği dericiliğin yanı sıra daha sonraki yüzyıllarda Ankara’nın ekonomik zenginliğini belirleyen tiftik keçilerinden elde edilen sof (moher, angora yünü) üretimidir. Tiftik keçisinin, Galatlar tarafından Ankara’ya getirilmiş olduğu bazı tarihçiler tarafından kabul edilmekte ve keza Amasyalı Strabon’un Coğrafya kitabında Ankara çevresinde bulunan yumuşak tüylü keçilerden söz edilmektedir. Ankara’da, XVI ncı yüzyılda bin kadar sof tezgâhının bulunduğu ve on bin kişinin bu işte çalıştığı, kentte İngiliz, Fransız ve Hollandalıların sof ticaretiyle ilgilenen temsilciliklerinin bulunduğu bilinmektedir. Ankara, XVI ncı yüzyıldan XIX uncu yüzyıl başlarına kadar sof ve şali dokumacılığında dünya tekeli olmuş durumdadır. Sof üretiminin başladığı tarihten beri işlenmemiş ham keçi yününün yurt dışına çıkarılması yasak iken Osmanlı İmparatorluğu’nun içine girdiği parasal dar boğaz nedeniyle 1838 yılında yapılan bir ticari anlaşma ile serbest bırakılmıştır. Türkmenler padişah fermanına ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için başlayan direniş isyana dönüşür[12]. Osmanlı, İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenler üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir. İngiliz, isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan ve limana ulaştırıp Güney Afrika’ya doğru yola çıkar. Bu anlaşmayla, canlı hayvan ihracatı da başlamış Avrupa’da yaptıkları sayısız üretim denemeleri başarısız olur iken nihayet İngilizler, Güney Afrika’da sof üretmeyi başarmışlar ve Ankara’nın tekelini kırmışlardır. Bu olumsuz gelişmeler sonucunda XIX uncu yüzyıldan itibaren Ankara ekonomik ve sosyal yaşamda gerilemeye başlamıştır. Gezginler, 1813 yılında “Ankara’nın artık bakımsız ve harap bir kent görünümünde” olduğunu yazmışlardır. Ankara Valisi Abidin Paşa’nın (1886-1894) büyük çabaları sonucunda 1882 yılında inşasına başlanan İstanbul-Anadolu demiryolu hattının tamamlanarak 1892 yılında Gar’a giren ilk tren kente görece bir canlılık getirmiş olsa da eski parlak günlerine dönecek derecede önemli bir değişim yaratamamıştır.
Tarihte, 1765 ve 1881’de iki büyük yangın geçiren Ankara’nın 1917’de yaşadığı Büyük Yangın bir anlamda Osmanlı Ankara’sının sonu olmuştur. Üç gün üç gece süren ve o dönemde kentin merkezi olan Hisaraltı, Hisarönü Mahallesi, Çıkrıkçılar Yokuşu, Mahmutpaşa Bedesteni, Saraçlar Çarşısı ve Atpazar’nı tamamıyla yok eden yangın ancak yanacak bir şey kalmayınca kendiliğinden söner. Yangında 1900 kadar ev, bine yakın dükkan, altı fırın, dört han, on mağaza, altı mektep, iki cami, altı mescit, yedi kilise, üç hastane, iki hapishane ve bir karakol yok olur. Bu semtte, yangından önce görkemli konaklarda oturan ve buradaki işyerlerinde ticaret yapan zengin Rum, Ermeni ve Yahudi esnafının Ankara’yı terk etmesiyle kentin belki de iki bin yılda oluşan rengi kaybolmuştur.
Millî Mücadele ve Cumhuriyet
Ankara’nın önemi Ulusal Kurtuluş Savaşı ile yeniden artar ve Ankara, bütün baskılara karşı yine otoritenin yanında yer almaz. Mondros silah bırakışmasının imzalanmasıyla 13 Kasım 1918’de İstanbul’un işgalinin peşinden, tarihimizde pek konuşulmayan bir olay olarak Aralık 1918’de Ankara önce İngiliz, hemen ardından Fransız askerleri tarafından işgal edilir. Ankara halkının Milli Mücadele yanındaki güçlü hareketi ve 20. Kolordunun Ankara’ya gelmesi üzerine İngilizler 22 Mayıs 1919 günü, iki temsilci bırakarak Ankara’yı terk ederler. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları, bütün Ankara halkının katılımıyla karşılandığı 27 Aralık 1919 günü kente gelir ve Kurtuluş Savaşı’nı Ankara’dan yönetir. İlk Ulusal Meclis 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanır. Atatürk’ün cumhuriyet idaresi fikrine, tarih kitaplarından okuduğu “Ankara Ahi Kent Yönetimi” ile kavuştuğu düşüncesi çok yaygındır. Gazi de gazeteci Yunus Nadi’ye 7 Mayıs 1924 tarihinde verdiği bir demeçte, “Ben Ankara’yı coğrafya kitabından çok tarihten cumhuriyet merkezi olarak öğrendim” dedikten sonra ekler, “Ankara’ya ilk defa geldiğim o günde gördüm ki orada geçen yüzyıllara rağmen hâlâ o cumhuriyet yeteneği sürüyor”[13]. Atatürk’ün Ankara’yı modern bir kent olarak imar çabalarının ardından bugünkü Avrupa kenti görünümünü almıştır.
A. Vedat Oygür Dr. Jeoloji Müh.
Bu makale, tarihtenyazilar.com’dan önce https://alivedatoygur.wordpress.com/ sitesinde yayımlanmıştır. Siteyi ziyaret ederek, A. Vedat Oygür’in diğer makalelerini de okuyabilirsiniz.
Dipnotlar
[1] Engürü’nün kökü, üzüm salkımı, şıra, şarap anlamlarını taşıyan Osmanlıca’daki “Engûr” sözcüğünden gelir.
[2] Zeus’un Roma dönemindeki adı Jupiterdir. Bu tapınak, Ankara’daki Roma devrinden kalan yazıtlara göre, Kale’deki Bedesten yakınında olmalıdır.
[3] Anadolu’dan kaçırılan pek çok antik eser gibi şimdi kendi kültürleriyle hiç ilgisi olmayan bir yerdeki müzenin salonunu süslüyor.
[5] Su bendinin, birçok yazar tarafından belgeye dayanmaksızın Roma döneminde yapılmış olduğu kabullenilmiştir. Ernest Mamboury, su bendinin gerek Osmanlı dönemine ait olan son sur burcuna dayanmasından gerekse inşa tekniğinden, bendin üst kenarındaki büyük taş blokların birbirlerine demir çengellerle bağlanmış olmasından yola çıkarak XVI ncı yüzyılda inşa edilmiş olması gerektiğini belirtir. Bu demir çengeller, Mimar Sinan’ın 1565-66 yıllarında inşasını tamamladığı Cenabî Ahmet Paşa Camii’nde kullandığı demirlerle aynı cins ve boyda olduğundan büyük bir olasılıkla aynı yıllarda Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş olmalıdır. (Mamboury, 2014.)
[6] Normanlar, Fransa’nın kuzeyinde, Manş Denizi kıyısındaki Normandiya bölgesinde yaşayan Viking kökenli bir halktır. Doğudan komşuları olan Cermen kökenli Frank halklarıyla karışarak yeni bir kültür oluşturmuşlardır. Günümüzde konuşulan Normanca, Fransızcaya oldukça benzer bir dildir (wikiwand).
[7] Bazı kaynaklarda Roscelin veya Roskelin de Baieul, Bizans kaynaklarında “Frank oğlu” anlamına gelen Phrangopoulos ya da Urselius ve Osmanlı kaynaklarında da Norman reisi Ursel olarak geçer.
[8] Günümüzdeki Kavuncu köprüsü güneyi, Ilıca Suyun ağzında (https://www.dikgazete.com/tarihte-yanlis-bildiklerimiz-2-zombi-koprusu-makale,2635.html)
[9] Emir Turasan Gazi’nin türbesi Kazan’ın Tekke köyündedir.
[10] Oğuz Han 6 oğlunu iki kola, Boz Oklar ve Üç Oklar ayırır; her bir oğulun altında 4 boy bulunur. A) Boz Oklar: 1) Gün Han (Alp) Oğulları: a) Kayı, b) Bayat, c) Alka Evli (bölük), d) Kara evli (bölük); 2) Ay Han Oğ.: a) Yazgur/Yazır, b) Tokar/Töker/Döğer, c) Tabırka/Dodurga/Dödürge, d) Yaparlı; 3) Yıldız Han Oğ.: a) Avşar/Afşar, b) Kızık, c) Beğdili, d) Karkın/Kargın; B) Üç Oklar: 1) Gök Han Oğ.: a) Bayundur/Bayındır, b) Beçene/Beçenek/Peçenek, c) Çavuldur/Çavındır, d) Çepni; 2) Dağ Han Oğ.: a) Salgur/Salur, b) Eymür/Imır/İmir, c) Ala-Yantlup/Ala-Yundlu, d) Yüregir/Üregir; 3) Deniz Han Oğ.: a) Iğdır/Yığdır/İğdir, b) Beğdüz/Bügdüz/Böğduz, c) Yiva/Iva, d) Kınık. Mutlaka dikkatinizi çekmiştir, Boz Oklar oğullarının adları (Gün, Ay, Yıldız) gökün ve Üç Oklar oğullarının adları (Gök, Dağ, Deniz) yerkürenin temel ögeleriyle ilintilidir. Böylesi bir kategorileştirme ancak efsanelerden türemiş olabilir.
[11] Hoca Sâdeddin Efendi’nin (ölümü H.1008/M.1599) Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) ölümüne (1520) kadar geçen süreç içerisinde Osmanlı tarihine dair eseri.
[12] Bu isyanın öyküsü, Sadri Ertem tarafından, 1930 yılında, Çıkrıklar Durunca adıyla romanlaştırılmıştır. Kitap, 2016 yılında Evrensel Basım Yayın tarafından yeniden basılmıştır. Sadri Ertem (1898 İstanbul-1943 Ankara), İstanbul Üniv. Felsefe Bölümü’nü bitirmiş, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’da gazete yazarlığı yapmış, Cumhuriyet ile birlikte gazete yazarlığını İstanbul’da sürdürmüş, felsefe ve sosyoloji öğretmenliği yapmış ve 1943’de Kütahya milletvekili seçilmiştir. Toplumcu gerçekçi yazarlarımızın ilklerinden birisi olan Sadri Ertem sanatın toplumsal bir ürün olduğuna, toplumdaki değişikliklerin sanata da yansıması gerektiğine inanmıştır.
[13] Mustafa Kemal Atatürk’ün 7 Mayıs 1924 tarihinde Yeni Gün gazetesinde, Yunus Nadi’ye verdiği demeçten; Atatürk Araştırma Merkezi, https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/yunus-nadiye-verilen-demec