Bilindiği üzere Anadolu, tarihin her devrinde önemini muhafaza etmiştir. Doğu ile batı arasında daimi geçiş noktası olması stratejik bakımdan ehemmiyetli olan su ve ticaret yollarının burada bulunması, bölgenin önemini daha da artırmıştır.
Dünya üzerinde söz sahibi olmak isteyen devletler her devirde Anadolu’ya öncelikle hakim olmanın gerektiği şuuruna varmışlardır. Bu sebeple Anadolu üzerinde günümüz de dahil olmak üzere, asırlarca bir çekişme süregelmiştir.
Diğer taraftan, Arapların ve İranlıların hayatiyetlerini kaybetmelerinden sonra Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri ile başlayan yeni tarihin en büyük hadiselerinden biri de hiç şüphesiz Yakındoğu’nun ve bilhassa Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması ve ayrıca Anadolu’da Türkiye Devleti’nin kurulmasıdır.
Bundan dolayı, Türklerin Anadolu’ya hakim olmaları ve buraları kendilerine yurt edinmeleri, Avrupalıları hayli tedirgin etmişti.; daha sonraları Türklerin buralarda büyük devletler kurması ve bu devletler sayesinde Avrupa içlerine kadar ilerlemeleri batılıları sindirmişti.
Böylelikle konuya girecek olursak 1071 yılında Türkler, Anadolu’ya girmeye başlamalarıyla beraber, Avrupalılara karşı taarruz durumuna geçmiştir. Bu taaruz 1683 yılına kadar Türklerin üstünlüğü ile devam etmiştir. 1683 yılında Türklerin Viyana’da yenilmesiyle Avrupalıların taarruz durumuna geçtiği görülmüştür. İşte bu taarruz, ancak 1921 yılında Sakarya Meydan Muharebesi ile durdurulmuş ve 1922 yılında Büyük Taarruz’la geri püskürtülebilmiştir.
Osmanlı Devletinin son dönemlerinde, yani XIX. yy’ın başından itibaren karşımıza çıkacak olan Şark Meselesi’nin altındaki gerçek büyük ehemmiyeti olan Ortadoğu bölgesindeki Türklerin hakimiyetine son vermekti.
Ayrıca şunu belirtmekte fayda var ki, Türkler İslam’ın hamisi ve İslam aleminin önderi durumuna geçmiş olmakla birlikte Avrupa için Şark Meselesi Türk veya Osmanlı Meselesi halini almıştır. Durum bu olunca, artık İslamiyetle Türklük aynı anlamı ifade etmeye başlamıştı. Böylece Türk ve Avrupa mücadelesi Şark Meselesinin temelini oluşturmuştur.
Bu zihniyetle hareket eden Avrupalılar, Türk Devletini yıkmak için ellerinden gelen her türlü gayreti gösteriyorlardı. Burada, Ortadoğu’nun zirai ve stratejik öneminden başka son çağda önemini kazanan petrolün rolünü de gözönünde bulundurmak gerekir.
Bütün bu hadiselere bağlı olarak, 1914 yılının Kasım ayı başında Almanya ve müttefikleri safında 1. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti, çeşitli cephelerde hususiyle Çanakkale’de zaferler kazanmasına rağmen yenilmiş ve İngiltere’den ateş kesilmesini istemişti. Bunun üzerine, İttihat ve Terakkinin son sadrazamı Talat Paşa istifa ederek, 14 Ekim 1918’de iktidara gelen Ahmet İzzet Paşa Hükümetinin Bahriye Nazırı Rauf Bey 30 Ekim 1918 günü, Limni adasında İngiliz Amirali Galthopre ile Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı.
Nitekim uzun süredir büyük batı devletleri tarafından Hasta Adam olarak nitelenen Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını bölüşme çabaları başlamıştı. Osmanlı topraklarının yanı sıra Türklerin yaşamakta olduğu Anadolu’ya da hakim olabilmek için batılı devletler bu toprakları da paylaşma hayaline düşmüşlerdi.
Bu durum karşısında halk, devletten beklediğini bulamamış, canını, namusunu, malını korumak amacıyla kendisini savunma durumuna düşmüş ve küçük gruplar halinde Milis Kuvvetleri meydana getirerek Bağımsızlık Savaşı’nı başlatmıştı. Böylelikle içine düşürüldüğü bu karanlık günlerde de Türk milleti şahlanarak harekete geçmesini bilmişti. Onunu bu şahlanışı, Mondros Mütarekesi’yle, kendisi için alınan kararlara boyun eğmeyerek, başkalarının kendisine tayin edeceği akıbeti kabul etmeyeceğini belirtmek üzere, bir yandan milli kongreler aktederken öte yandan da haklarını savunmak maksadıyla cemiyetler kurarak yaşama azim ve kararında olduğunu göstermek şeklinde ortaya çıkmıştır. Kısaca Türk milleti bu tür faaliyetlerde bulunmakla, Mondros Mütarekesi hükümleriyle kendisini bağlı saymamıştır. O sebeple de direnişe geçmiş, kendisine yapılmak istenilen haksızlıklara karşı önce sözle, gerektiği taktirde de silahla karşı koymak olduğunu göstermiştir.
Bu sırada İstanbul’da aradığını bulamayan Mustafa Kemal Paşa, müstakil yeni bir Türk Devleti kurmak emeliyle yola çıkarak, Anadolu’daki dağınık çalışmaları birleştirmek için
————————————————————————–
* Fırat Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü – ELAZIĞ
1-Necdet Kurdakul, Osmanlı İmparatorlu’ndan Ortadoğu’ya “Belgelerle Şark Meselesi”, İstanbul, 1976, s.9.
2-Oğuz Ünal, Horasan’dan Anadolu’ya, Ankara, 1980, s.205.
3-Bayram Kodaman, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamit’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul, 1983, s.163.
4-B. Kodaman, a.g.e., s.7.
5-Ercüment Kuran, “Türk Tarihinde Milli Egemenlik Kavramı – 1919 –1924 Dönemi”, Atatürk’e Armağan, 19 Mayıs Üniv. Yay., Samsun, 1988, s.24.-KES-
Samsun’dan başlamak üzere, Amasya, Erzurum ve Sivas’da faaliyetlerde bulunmuş neticede Türk milletinin isteği doğrultusunda yurdu kurtaracak milli bir teşkilat tesis etmişti. Bunu yeterli görmeyip, Ankara’da da Büyük Millet Meclisi’ni teşekkül ettirip, Türk Milli Mücadelesi’ni dünyaya duyurmaya çalışmıştı.
Böylece hayatının 39. yılına bastığı ayda Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini kurtarma ve yeni bir devlet tesis etme devrine girmiş oluyordu. Öte yandan Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan sonra İstanbul’da sadaret makamına yazdığı raporda : Türklüğün yabancı idaresine tahammülü olmadığını, İzmir’in Türklerce önemli vilayetlerden biri olduğu, hiç bir yabancının memleketimizi işgaline razı olamayacağımızı, askeri kuvvetle yapılan bu işgalin geçici olduğunu ifade ettikten sonra, Milli Mücadelenin istikametini şöyle tayin ediyordu: “Millet tek vücut olup, hakimiyet esasını ve Türk duygusunu hedef tutmuştur.” Böylece Milli Mücadelenin birliğe, Milli hakimiyet ve Türk milliyetçiliği fikrine dayanacağını belirtiyordu.
Gerçekten de Mustafa Kemal, müsait olmayan bu şartlarda başlattığı milli istiklal mücadelesini başarmak için millete, milletin azim ve kararına müracaat etmiştir. Nitekim daha 1919 yılında yayınlanan Amasya tamiminde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demiştir. O zamana kadar kimsenin söylemeğe bile cesaret edemediği bu açık samimi ve cesur görüşler, Erzurum Kongresi’nde “Kuva-yı Milliye’yi amil ve millet iradesini hakim kılmak esastır” maddesiyle yerini almıştır. Buna dayalı olarak bütün İstiklal Harbi sırasında Kuva-yı Milliye’nin en büyük destek ve dayanağı olmuştur. Zira Türkiye’de Milli İrade, Milli Hakimiyet gibi kavramlar siyasi hayatımıza ilk defa Milli Mücadele ve ulu önder Atatürk’le birlikte girmiştir.
Öte yandan Sivas Kongresi’nden sonra da, Milli İrade’nin sesi olarak İrade-i Milliye adında bir de gazete neşredilmeye başlanılmıştır. Daha sonra ise Ankara’da yayınlattığı gazeteye de Hakimiyet-i Milliye adını vermiştir. Bu gazeteler ile Türk İstiklal Hareketi’nin sesi içerde ve dışarıda duyurulmuştur. Ankara’da 23 Nisan 1920 günü de TBMM açılarak, milli hakimiyet tesis edilmiştir.
Bu takip ettiğimiz tarihi duruma göre 1919 yılı Türk milletinin istikbalini hazırlayan fikirlerin ortaya atıldığı bir yıldır. Dağınık Milli Mukavemetler, Mustafa Kemal liderliğinde,Milli İrade prensibine göre toplanmış, Türk milletinin birliğini temin etmek ve yeni bir devlet şekli ile idare edilmenin gereği belirtilmiş ve buna göre her müşkülü yenebilme yoluna gidilmiştir.
Milletin isteği ve Mustafa Kemal’in konuşmaları da tetkik edilmesinden anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal bütün milli kuvvetleri ve cemiyet halinde kurulan toplulukları, mukaddes vatan bütünlüğü içinde birleştirmeyi hedef göstermiştir. Bu prensipler çok kesin ve açıktır. İlk önce her yönü ile istiklali tam Milli Hakimiyet’e dayanan ve cumhuriyet idaresiyle doruk noktasına ulaşan bir devlet idaresi kurmaktı. Bu doğrultuda Atatürk, Türk milletine daima güvenmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kurarken burada Türk halkının Milli İrade’sine güvenmiştir. Halkın seçeceği temsilcilerle ülkenin yönetilmesi esas alınmıştır.
Böylece, Atatürk son Türk devletini bölmek ve parçalamak isteyenlere, onların hainane emellerini gerçekleştirmeye fırsat vermek ve millet varlığının sonsuza kadar devam etmesini sağlamak için devlet ve millet hayatına “Milli Hakimiyet” düsturuna getirmiştir. O’na göre “Milli Hakimiyet öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdur.”
Buna dayalı olarak Atatürk 1922 yılında yaptığı bir konuşmada: “Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden ve bunların hepsini hadiseler8le tecrübe eden Türk milleti bu defa doğrudan kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hakimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o meclis, yüce meclisinizdir. TBMM’dir ve bu hakimiyet makamının hükümetine TBMM Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve olamaz” diyerek devletin bir halk devleti hükümetin bir halk hükümeti olduğunu belirtmiş oluyordu.
Artık O’nun “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü sadece meclis binasını aydınlatan ilahi bir avizesi değil asker, sivil her kesimden Türk milletini sevk ve idareye talip olanların da vicdanlarını aydınlatan bir meşaledir, bir nurdur. Kimsenin bu meşalenin aydınlattığı feyizli yoldan dönmesine yani demokrasi yolunun dışına çıkmasına imkan yoktur.
————————————————————————————
6-Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara, 1977, s.26.
7-M. Kemal Atatürk, Nutuk, c.1, İstanbul, 1982, s.31.
8-Atatürk, a.g.e., c.1, s.66.
9-Zekeriya Kitapçı, “Atatürk’te Milli Birlik-Milli Hakimiyet Anlayışı ve Onun Tarihi Realitesi”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, İstanbul, 1987, s.19.
10-Afet İnan, a.g.e., s.38; Ercüment Kuran, a.g.m., s.24.
11-Ercüment Kuran, a.g.m., s.24.
12-Afet İnan, a.g.e., s.43
13-Afet İnan, a.g.e., s.43-44
14-Z. Kitapçı, a.g.m., s.18-19
15-Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, s.45.-KES-
Aksi taktirde bu millet için bir sapıklık ve hıyanet olur. Oysa bu gerçeği Atatürk şöyle dile getirmiştir; “Milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, eninde sonunda yok olmaktadır”.
Öte yandan Milli Mücadele’nin, büyük zaferle neticelenmesi sonucunda içerde ve dışarıda insanlığın gözü Ankara’ya çevrilerek yeni devletin ne olacağı, ne ile idare edilebileceği gibi bir takım kafaları kurcalayan sorular ortaya atılmıştır. Bu sorulara karşılık olarak, 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın kaldırılması ile cumhuriyet idaresine yol açılmış oluyordu. Zaten, Milli Mücade’lenin başından beri yapılan hareketler ve takip edilen yol, cumhuriyet idaresine gidecek olan yoldu. Neticede, 29 Ekim 1923 günü doğan çocuğa ad konularak cumhuriyet idaresi TBMM’de ilan edildi.
Cumhuriyet ilanının neticesi olarak, tek kişinin hakim olduğu yönetim şeklinden, millet iradesinin hakim kılındığı yönetim şekline geçilmiştir. Cumhuriyet idaresi demek, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete olması demektir.
Millet idaresine dayalı yönetim şekli olan cumhuriyeti ilan eden TBMM’i “Yaşasın Cumhuriyet” sözü ile en büyük gelişmeye ad koyuyordu. Şimdi de “Yaşasın Demokratik Cumhuriyet” sözü en büyük gelişmeyi temsil etmektedir. İşte demokratik cumhuriyet milli iradeye dayalı, hürriyetçi parlamenter rejimdir. Bunun kaynağı millettir. Bu kaynak Türkiye’de, Türk milletidir.
Şurasını da belirtmek isterim ki; devletler vardır, adı cumhuriyettir, fakat yönetim milli hakimiyete dayanmaz, bu tür rejimlerde milletin rolü yoktur, dolayısıyla bunlar demokrat olamazlar. Zira Cumhuriyetin temeli çok partili rejimdir ve bunun asıl kaynağı, sözün millete olmasıdır.
Ayrıca, Türk’ün tarih içindeki diğer devletlerinin meydana gelişlerinde bütün vasıflar Cumhuriyette de vardır. O durumu muhafaza ettiği içindir ki, Cumhuriyet, emperyalistlerin boğazımıza sarıldığı bir dünya kavgasından sonra, şerefle, bugün ayaktadır. Milli Mücadele bir savaş değil, gerçekte tarih içindeki yerimizin ve haysiyetimizin amansız mücadelesidir. Anadolu’da kalmak milli devleti kurmak ve halkın iradesine dayanmak şarttır. Cumhuriyet budur. Çünkü cumhuriyet fazilettir. Türk milletinin tabiatına uyan idare cumhuriyettir. Bu Cumhuriyet halkın iradesine dayanan “Demokratik Cumhuriyettir”.
Artık bundan sonra, “ medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak şartı hayatidir” diyen büyük kurtarıcı, milletimizi çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracak ileri bir zihniyetin yerleşmesi çabası içerisine girdi ve bu yolda da bir takım inkılaplar birbirini takip etti.
Bu inkılapların en önemlilerinden birisi, hakimiyetin kayıtsız şartsız Türk milletine devredilmesidir. İşte, Milli İrade’ye dayanmak için siyasi partilerin kurulması şarttır. Bundan dolayı artık siyasi partiler kurulmalı, millet temsilcisini yani vekilini bu siyasi partiler nezdinde seçerek TBMM’ne göndermelidir. Zira genç Türk devletinin temelinde Milli İrade olduğu için cumhuriyetin “ Demokratik Cumhuriyet”e yönelmesi kaçınılmazdı. Nitekim bu doğrultuda hareket eden Atatürk, millet iradesine giden yolun siyasi partilerden geçtiğini ve bunun da neticesi hürriyetçi parlamenter rejimin oluşumu ve varlığını sürdürmesidir. Bu yoldan hareket eden Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılında arkadaşı Fethi Okyar’ın Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurmasını desteklemiş, kız kardeşi Makbule Hanımı da muhalefet partisine girmeye teşvik etmiştir. Burada, Atatürk’ün çok partili hayatın kaynağı Türk halkıdır, yani halkın iradesidir. Atatürk’ün başlatmış olduğu bu deneme, inkılapların yeterli derecede kökleşmediğini ve Türk milletinin modern iradenin işleyişine henüz hazırlıklı bulunmadığını göstermiştir. Bundan sonra Atatürk, ölümüne kadar Milli İrade’ye dayalı olan hayat şartlarının Türkiye’de hazırlanmasına emek sarfetmiştir.
Atatürk yaşadığı sürece, Türkiye’de Milli İrade’nin yerleşmesi için çalışmıştır. Mesela; özel teşebbüsün gelişmesini önlemeyecek tarzda devlet eliyle milli sanayiinin kurulmasına j-hız vermiş, diğer taraftan muasır medeniyeti benimsemiş, 1932’den itibaren yurdun her köşesinde halkevleri açılmıştır. Belediye ve milletvekili seçimlerinde oy kullanmak ve seçilmek hakkını da Türk kadınlarına sağlamıştır.
Diğer taraftan Atatürk cumhuriyeti kurarken onu Türk gençliğine emanet etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere milli hakimiyet prensibi üzerine oturan çok partili sistemin zaman zaman tehlikelerle karşılaşacağıdır. Bundan dolayı, gençlere “Gençler cumhuriyeti biz kurduk onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz” diyerek, cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etmiştir.
Buraya kadar olan açıklamalarımızda Atatürk’te milli hakimiyet anlayışı ve onun tarihi gelişimi üzerinde durulmuştur. Fakat bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz şudur; Atatürk’te, milli birlik için milli hakimiyet esastır. Milli hakimiyet ise birlik, dirlik, bütünlük, içinde ebed-müddet Türk devleti ülküsü için yaşamak, dolayısıyla ülkeyi parçalamak, milleti bölmek isteyenlere, kökü nereden gelirse gelsin bölücü akımlara, ayrılıkçı güçlere ve onların yerli ve yabancı işbirlikçilerine karşı var gücüyle direnme şuurudur., yegane kurtuluş gücü ve kaynağıdır.
Öyle ki; milli hakimiyet yolu takip edildiği taktirde devletimizin bekası ve milletimizin bütünlüğü var olacaktır. Bunlar var oldukça, Türk milletinin milli iradesine dayalı TBMM’i sayesinde Türkiye Cumhuriyeti de Atatürk’ün dediği gibi ilelebed payidar kalacaktır.
————————————————————————————————–
16-Z. Kitapçı, a.g.m., s.19.
17-Ercüment Kuran, Atatürkçülük Üzerine Denemeler, Ankara, 1981, s.23.
18-E. Kuran, a.g.m., s.23.
19-Z. Kitapçı, a.g.m., s.19.
17.11.2017