Hiç şüphesiz Türk destanlarının en muhteşemlerinin başında Oğuzname gelir. Bunun yanı sıra Türklerin Türeyişi ve Ergenekon, Tölöslerin Türeyişi, Sır Tarduş Boyunun Yok Olması, Uygurların Türeyiş ve Göç Destanları, Kimek, Başkurt, Alp-Er Tonga, Hun Liu Yüan (Yügen), Attila (Ata İllig), Çor Destanı bizim sözlü edebiyatımızın en eski bakiyeleridir. Bir nevi Oğuz name olan Dede Korkut Hikayeleri de Türk kültürünün bir şaheseridir.
Bununla beraber ismi hususunda şimdiye kadar herhangi bir deneme yapılmayan tarihte önemli olaylara imza atmış Türk beylerinden birisi de, An Lu-shan’dır. Maalesef Çin dili uzmanları veyahut da bizdeki sinologlar, böyle meselelere kafa yormadıklarından dolayı Türk tarihinin ve kültürünün pek çok tartışmalı problemini halledemiyoruz. Zamanında, büyük Atatürk tarafından kurulmuş olan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde eski Türk tarihinin kaynaklarının araştırılması ve Türklere ait yabancı belgelerin çevrilmesi için bir Sinoloji (Çin Dili) Kürsüsü açılmış ise de, tıpkı diğer bölümlerde olduğu üzere burası da esas görevini unutarak, sadece günümüzde basit tercümanlar yetiştirmeye yönelik çağdaş Çin dilini öğretmekle yetiniyor.
An Lu-shan, 8. asırda Uygur Kağanlığı zamanında karşılaştığımız bir Türk beyidir. Onun kimliği konusunda bugüne kadar değişik görüşler ortaya atılmıştır. Bunun da başlıca nedeni Çin dilinin öğrenilmesi, onun sorunları ve Çinlilerin yeterince bilgi vermemeleri yüzündendir. An Lu-shan’ın bir Moğol veya Sogdlu olduğu söyleniyorsa da bizce bu doğru değildir. Bununla birlikte onun bugünkü Çin’in Ying-chou eyaletinde, 703 senesinde bir Türk prensi baba ile Sogdlu bir anneden doğduğunu söyleyenler de mevcuttur. Ama Çin kaynaklarına göre, annesi Arslanlar (A-shih-te) soyundan gelen bir kamdı ve babası öldüğünde bir müddet Kök Türk topraklarında kaldılar. Dolayısıyla yabancı bir halktan gelme ihtimali yoktur. Yine An Lu-shan’ın atalarının Kapgan Kağan’ın 7. yüzyılın sonlarına doğru yaptığı seferlerde devletin merkezine yerleştirildiğini, fakat 716’da da Kök Türk Kağanlığı’ndaki iktidar değişikliği sırasında yaşanan olaylar ve isyanlar yüzünden Çin’e kaçtıkları belirtilir.
Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla An Lu-shan’ın ailesi kamlık sanatıyla uğraşıyordu. Son derece zeki olan bu Türk liderinin, 742 senesinde Çin imparatoruyla tanışması onun önünü açtı ve imparatorun güvenini kazanarak; Çin’de iyi bir mevki edindi. Para ve sefahate düşkün Çinli memurları çok iyi kullanıyor, onlara verdiği rüşvetler sayesinde sürekli yükseliyordu. Kendine ait bir idari bölgeye de sahip olan An Lu-shan, imparatorun sarayına istediği zaman girip çıkıyor; kraliçe ve prenseslerle çok yakın ilişkilerde bulunabiliyordu. Hatta imparatoriçenin ona aşık olduğu yolunda dedikodular da çıkmıştı. An Lu-shan’ı çekemeyen Çinli vezirler ve komutanlar ileride başlarına bela olacağını işaret ettilerse de, bunun pek işe yaramadığını görmekteyiz. Herhalde, Çin hükümetiyle vakti geldiğinde münasebetlerini koparmayı planlayan An Lu-shan birtakım hazırlıklarda bulunuyordu. Arasında yabancıların da yer aldığı, ama temelini Türklerin oluşturduğu ve Çin başkentine çok yakın bir mevkide, sayısı 150 bine varan kuvvetli bir ordu topladı.
Nihayet 755’te, o dönemdeki Çin baş vezirini sevmediğini ileri sürerek isyan bayrağını açtı. Çinliler belki onu hafife aldılar ve taktiksel bir hata olarak, bu ayaklanmaya karşılık, An Lu-shan’ın çocuklarından birini öldürdüler. Fakat iki büyük Çin ordusu An Lu-shan’ın adamları tarafından yenildi. Çin imparatoru yerini oğluna bırakarak, kaçmak zorunda kaldı. Yine tarihi vesikaların haberlerine göre; imparatorla beraber firar eden askerler başlarına gelen bütün bu felaketlerin sorumlusu olarak gördükleri imparatoriçeyi yolda boğarak öldürdüler.
Türkler karşısındaki bu büyük hezimet üzerine Çinliler, başka bir Türk idaresinden, Ötüken Uygur Kağanlığından yardım talebinde bulundular. Ne yazık ki Uygur hakanı bu isteğe olumlu cevap verdi. Kuzeyden gelen dinamik ordu ve mukaddes kağana karşı, An Lu-shan’ın yanındakilerin bir bölümü savaşmak istemeyince, Çin’deki Türkler de ona cephe almaya başladı. Bu sırada Çin’e giden ordunun önünde Uygur kağanı bulunuyordu ve o ilk önce An Lu-shan’ın en güvendiği müttefiki olan Tongra Türklerini sindirdi. Daha sonra bu mükemmel askeri kıtanın komutanlığını Börü Kun (Moyun Çor) Kağan’ın oğlu Ulug Bilge Yabgu üstlendi. Türk-Uygur ordusu Çin ülkesine büyük bir ihtişamla girmişti. Onları karşılayan Çinli yetkililer kurt başlı sancağın önünde eğilip, onu selamlıyorlar ve öpüyorlardı.
Çin tarihinde bir dönüm noktası olan An Lu-shan maalesef kuzeyden gelen bu akrabalarına karşı başarısız olup, bozgunlar peşi sıra gelince, nihayet kendi adamları tarafından öldürüldü. Söylendiğine göre, 60-70 bin civarında insanın öldüğü An Lu-shan hareketini, vefatından sonra oğulları ve komutanları devam ettirmeye çalıştılar.
An Lu-shan’ın ölümü hususunda çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi, hastalanarak kör olması yüzünden, danışmanları tarafından öldürüldüğü şeklindedir. İşte buna binaen bazı ilim adamları An Lu-shan ile tarihteki Kör-oglu’nu birleştirmektedirler. Bu ne dereceye kadar doğrudur, bilemeyiz; ama bir hakikat söz konusu ki, Köroglu Destanı sadece Türkiye topraklarında yaşayan bir halk hikayesi değildir. Ona ait izlere Azerbaycan ve Türkistan gibi diğer Türk coğrafyalarında da rastlıyoruz. Bu yüzden Köroğlu Destanı’nı da umumen Türk dünyasına mal etmek yerinde olur.
Başka bir mevzu da, An Lu-shan ayaklanmasından bütün Orta Asya Türklüğünün etkilenmiş olmasıdır. O, çalkantılı yıllarda Çinliler bu hadiseler için şarkılar yazmıştır. Yani, Asya’daki pek çok kavim şöyle veya böyle, bu toplumsal harekete katıldılar. Hatta An Lu-shan olaylarının doğrudan veya dolaylı Çinlilerden daha çok Türklere tesiri olduğunu da söyleyebiliriz. Mesela, bu isyanı bastırmak için Çin’e gittiği esnada, Bögü Kagan’ın orada tanıştığı Mani rahiplerini ülkesine getirerek, Maniheizmi resmen devlet dini olarak seçmesi önemlidir. Bunun yanı sıra bazı Uygurların Çin’e yerleşerek ticaret hayatına meyletmeleri, insanların yerleşik hayatın nimetlerine ve zaaflarına kapılmaları, tembelliğin hastalık şeklini alması, toplumun bel kemiğini oluşturan kadınların, Çinli hanımlara özenmeleri, hırsızlık, dolandırıcılık ve rüşvet gibi kötü alışkanlıklar, Türk sosyal hayatında bir çöküşe sebep oldu.
AN LU-SHAN’IN DOĞUMU HİKAYESİ
Büyük Arslanlar (A-shih-te) ailesinin kadın kamlarından birisi sürekli savaşçı bir oğlan sahibi olmak için Tanrı’ya yakarıyordu. Dilekleri Tanrı katında kabul oldu ve bundan kısa bir süre sonra hamile kaldı. Nihayet doğum günü geldiğinde, beklenmedik bir anda çadırın tepesinden giren bir ışık her tarafı aydınlattı. Bu sırada kurt, kuş, bütün yabani hayvanlar uludu. Sanki onun doğumunu hep birlikte kutluyorlardı. Obada bulunan kamlar bunu gökteki birtakım olaylara yordular ve şans getireceğini söylediler. Fakat o zaman onların yaşadığı yer Çin imparatorluğunun kontrolü altındaydı. Çinli görevliler bu hadiseyi duyduklarında hemen oraya vardılar. Tanrı’nın gönderdiğine inanılan bu çocuğun ortadan kaldırılması lazımdı. Çadırı kuşatarak içindekileri öldürmek istediler. Ama anne ve çocuk durumdan haberdar olunca oradan kaçtılar ve saklanarak, ölümden kurtuldular. An Lu-shan’ın annesi de Tanrı tarafından esirgendiklerine inanıyordu. Onu Tanrı’nın bir lütfu olarak gören kadın çocuğuna Batır/ Urungu (savaşçı anlamına gelen Ya-lo-shan) adını verdi.
An Lu-shan’ın doğumu hikayesinde ki bazı motifler, diğer Türk destanlarında da karşımıza çıkan ana temalardır. Bunlardan birisi, yukarıda da gördüğümüz üzere, aşırı derece de bir erkek çocuğa sahip olma hayalidir. Bunun da sebebi, ailenin ve soyun devamı için evlat şarttır. İşte o zaman aile anlamlı bir bütün haline gelir. Ailenin esas gayelerinden birisi de nesli çoğaltmadır.
Bir diğer unsur ise, ışıktır. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve kutsal Türk çocuklarına annelik yapan hanımlar, çoğu kere ilahi bir ışıktan doğarlar. Oğuz Kağan Destanı’nın baş kahramanı Oğuz dünyaya geldiği zaman onun yüzü gök, yani aydınlık idi. Oğuz’un Kün, Ay, Yılduz adlı büyük oğullarını doğuran ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman gökten inen bir ışıktan peyda olmuştu. 4. asrın başlarında Çin’in kuzeyinde, Ordos’taki Chao bölgesinde teşekkül eden Hun hanedanlığının kurucusu Şad İlli (She-le) doğduğunda, annesinin etrafında ışıklar parlamıştı. Ayrıca Uygur destanlarında, Uygurlara baş seçilen Bögü (Bugu) Han, diğer dört kardeşiyle beraber Togla ve Selenge ırmakları arasında bir ağaç üzerine düşen semavi bir ışıktan yaratılmıştır.
İslamiyetten sonraki destanlarda da ısrarla sürecek bu kutlu ışık, Türk inanışına ve düşüncesine; var olmanın temel unsurlarından güneşin ve ışığın yansımasından başka bir şey değildir. Eski Türk dininin cennete gitmeyi ifade eden “uçmak” hadisesi ve “sonsuzluk” da bir ışık alemidir. Uygur Kağanlığı zamanında kabul olunan Maniheizmin de temel tanrısı iyilik, yani ışık tanrısıdır. Çünkü Bögü Han’ın rüyalarına giren kız bir nur gibidir.
Bütün bu ışık motifleri bize eski Türk inanış ve düşüncesinde ışığın önemli bir unsur olduğunu göstermektedir. Türklerin Müslümanlığı seçtikten sonra İslam nuruna neden bu kadar sarıldıkları bunu ortaya koymaktadır. Onlar, İslamın aydınlığını karanlıkta kalmış ülkelere yaymak için yüzlerce yıl canını vermişlerdir. İslamdan önce de bu Türk adaletinin ışığı ve temizliğinden başka bir şey olmasa gerek.
Destanların teşekkül ve kayda geçiş yerleri neresi olursa-olsun, bunların muhtevasında aynı düşünüş ve anlayışa rastlanılması, bu insanların hepsinin ortak bir kültüre sahip bulunduklarının bir göstergesidir. http://www.genelturktarihi.net/
28.08.2015