(Bölüm 1)
Bugün Türk kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak da kabul ettiğimiz M.Ö.209 yılı Mete’nin yönetimi devraldığı yıldır. O daha babası döneminde kendisine verilen 10 bin kişilik bir tümeni çok katı bir askeri disiplinle eğitmişti. Yönetimi aldığında tüm orduya bu sistemi uyguladı. Dönem için motorize kabul edilebilecek süvari birlikleri, katı bir askeri disiplinle bir araya gelmiş oluyordu . Bu durum, komşuları ve özellikle Çin için pek alışılmış bir şey değildi. Tartışmasız bir askeri zekaya sahip olduğu anlaşılan Mete, yeterince güçlene kadar komşularıyla ve Çin ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermişti .
Atın ilk ehlileştirilmesi ve bununla ilgili karakteristik atlı-çoban kültürünün ortaya çıkmasını, kesin olarak İç Asya’da yaşayan eski Türklere atfetmek gerekir1. Kavimlerin ve kültürlerin gelişmesinde çok önemli bir yeri olan bu durum doğrudan bir başarı olarak değerlendirilir. Çünkü çok önemli sonuçlar meydana getirmiştir. İlk İndogermenler, atı ve genel olarak çoban kültürünün esas unsurlarını eski Türklere borçludurlar 2.
Bozkır Türk devletinde, her Türk savaşa hazır durumundaydı. Askerlik özel bir meslek olarak görülmezdi. Bu nedenle, Türk ordusu ile diğer bütün yerleşik ve orman kavimlerinin orduları arasında üç büyük fark vardır. Bunlar: Türk ordusu “ücretli” değildir. Türk ordusu daimidir. Türk ordusu temelde süvarilerden kuruludur 3.
Çinlilerin atı sadece yük taşımacılığında kullanabildikleri dönemde Türkler, besledikleri büyük at sürülerini hem ekonomik hem de askeri alanda değerlendirmişlerdi 4.
Yazılı belgelere dayanan Türk tarihi, Hunlar ile başlar5. Asya Hun Devleti kurulmadan önce Hindistan, Mezopotamya ve Anadolu gibi bölgelerde Türk kültürünün izlerine rastlanmış olsa da, henüz Türk Tarihinin eski çağlarına dair araştırmalar tamamlanmış ve tüm detaylarıyla kesin bir sonuca ulaştırılmış değildir. Sümer ve Etrüsk dilleri üzerine araştırmalar devam etmektedir. Bu halkların Asya kökenlerine dair önemli ipuçları değerlendirilerek, dillerin Türk Diliyle ilgisi araştırılmaktadır 6. Bu çalışmalar arkeolojik veriler ışığında, dillerinin aynılığı bakımından kesin sonuçlara ulaştırılıncaya kadar, yazılı metinler açısından Türk Tarihini Hunlar ile başlatmak zorundayız.
M. Ö. 3. yüzyılda İç Asya bölgesi ile Çin’in kuzey ve batısında Çin’in ne birliği, ne de ne kültürüyle hissettirdiği bir nüfuzu vardı7 . Bugün o bölgede 20 büyük halk grubu olduğu anlaşılıyor. En önemlileri olarak; doğuda bugünkü Mançuların ecdadı olan Tunguzlar, onların batısında Moğollar, onların batısında bugünkü Türklerin ecdadı oturuyordu. Türkler, bizim bugün Ordos dediğimiz bölgenin batısında olan Kansu eyaletinde ve Wei nehrine kadar uzanan yerlerde yaşarlardı. Onları ilk tanıdığımız en eski zamanlarda bile bilhassa at yetiştirirler ve insanlarla hayvanların kışı geçirebilmeleri için tarımla uğraşırlardı. “Göçebe” kavimlerin yalnız hayvan besledikleri fikri doğruyu yansıtmaz. Konar-göçer yaşam sürdüren ve yaylaklarla kışlaklar arasında hareket eden Türk kavimleri, hayvanlarını kışın besleyebilmek için tarımla uğraşmak zorundaydılar 8.
Hunlar, Asya’da tarih sahnesine teşkilatlı ve güçlü bir devlet olarak çıktı (7). Devletin kuruluş tarihi kesin olarak tespit edilemedi. Çin tarihçileri M.Ö. XIV-IV. yüzyıllar arasında kimi zaman büyüyen, kimi zaman parçalanıp küçülen bir Hun Devleti varlığından söz ediyorlarsa da kastettikleri dönem için yazılı belge bulunamamıştır 9.
Hunların kendi yazılarına dair bir iz bulunamadığından, Çin Yıllıkları, Hun dönemi için temel kaynak kabul edilmek zorundadır. Ancak, bahsettiğimiz dönemde Çin’in kendi durumu da gözden kaçırılmamalıdır. Çinliler o dönemlerde kendi kabuğu içinde yaşayan bir toplumdu. Kendi devletlerinin bir “Orta Devlet” (Chung-kuo) olduğunu, geriye kalan ve kendilerini çevreleyen tüm halkların “barbar” ve düşman kavimler olduğunu kabul ederlerdi. Bu nedenle, uzun süre ülkelerinin kuzeyinde bulunan kavimleri birbirinden ayırmaya bile gerek duymadılar. Hepsini “Jung, Ti, Man, Hu” gibi genel isimlerle andılar 10.
Çevrelerindeki komşu kavimleri araştırmaları için bir neden olmadığından bu düzen böyle devam etti. Ancak, Ülkemizde bilinen adıyla Mete ortaya çıktığında işler değişti. Çinliler aslında Mete’den önce Hyung-nu (Hun) lara özel bir önem vermeleri gerektiğini anlamaya başlamışlardı. Mete’nin babası Teoman zamanında, Çin’in kuzey sınırlarında Hunların etkisi hissedilmeye başlanmıştı.
Mete ve babasının adlarının okunuşu hakkında bilgi vermek gerekirse; Bahaeddin Ögel Hocanın deyimiyle Türk tarihinin kurucusu sayabileceğimiz Fransız Sinoloğu Joseph De Guignes’in, dilimize Hüseyin Cahid Yalçın tarafından, “Türklerin Tarih-i Umumisi” adı ile 8 cilt halinde tercüme edilen eserinde, Mete’nin adını Çince işaretleri Mei-dei (Mei-tei) şeklinde okumuştu. Bu nedenle türk Tarihçileri de bu adı doğrudan “Mete” olarak okumuşlar ve böylece literatüre yerleşmişti. Günümüzden 250 yıl öncesinde yaşayan bu alimin döneminde, Mete’nin Çince işaretlerle yazılmış adının bu şekilde çevrilmiş olması normal bir durumdur. Bugün modern Çin dilinin kurallarına göre bu Çince işaretler “Mao-tun”, yani “Mao-dun” şeklinde okunmaktadır. Ögel Hoca bu konuda; “Aynı işaretler Mete çağında ise Bak-tut şeklinde okunurdu. Çinliler kelime sonundaki “r” sesini okuyamazlar ve bu sesi “t” şekline sokarlardı, öyle anlaşılıyor ki Mete’nin esas adı da eski Türkçedeki “ Bagatur” ve orta Türkçedeki “ Bahadır” dan başka bir şey değildi. Bu güzel buluş Alman Sinoloğu F. Hirth’e aittir.” demektedir.
Joseph De Guignes aynı eserinde Mete’nin babasının adını ise “ Teo-man” okudu. Bugünkü sinoloji bu adı “ T’ou-man” okuyordu. Bahaeddin Ögel hoca “Bu ad da herhalde eski Türkçe “ Tuman” ve bugünkü Türkçemizdeki “Duman” dan başka bir şey değildi11.” demişti.
Hoca’nın kanaatine aykırı bir görüş taşıdığımızdan veya katılmadığımızdan değil, yaptığımız çalışmaya ulaşabilecek olanların kavram karmaşası yaşamamaları için biz yine de bilinen ve yerleşik adlarıyla “Teoman” ve “Mete” olarak anmaya devam etmek zorundayız.
Mete’nin tarih sahnesine çıkışına kadar Çin düşünce düzeni değişmeden devam etti. Mete’nin ortaya çıkması ile Çin devleti ile beraber Çinlilerin dünya görüşü de temelinden sarsıldı. Artık yeryüzünde en güçlü devlet olarak yalnız Çin Devleti olmadığı, yanı başlarında çok kuvvetli ve kendilerinden daha düzenli bir Hun devletinin varlığı kabul edilmek zorundaydı. Fakat Çin, muhafazakâr ve mağrurdu. Aslında eski devlet felsefesinden vazgeçmiyordu. Fakat pratikde bir çok yeni siyaset ve stratejiler uygulamak zorunda kaldı. Büyük Hun devleti karşısında hayatını korumak zorunda olan Çin, hayal âlemini bırakmış ve gerçek hayata uyma çabasına girmişti. Tarih boyunca Çin’in başarısı, karşısındaki düşmanı tanıması ile ilgilidir. Bu sebeple Büyük Hun Devleti hakkında bilgi toplamaya başladılar 12.
Mete’nin gençliği sırasında Büyük Hun devleti, Çin için büyük bir tehlike teşkil etmiyordu. Bu sebeple toplanan bilgiler sonradan olduğu gibi bizzat görülerek değil; ancak duyularak elde edilmişti. Mete’nin Çin’e yaptığı seferlerinden sonra Çinliler onu daha iyi tanımışlardı. Fakat onun bu dönemden öncesi hakkındaki bilgileri tamamlayarak biyografisini oluşturmaları gerekiyordu. Onun çocukluk ve gençlik yılları hakkındaki bilgileri Hun halkından derlediler. Mete, bir cihan imparatoru olmuş ve kendi halkının gözünde efsaneleşmiş bir liderdi. Çinlilerin Onun geçmişi hakkında topladıkları bilgiler efsane ve mitolojiyle karışmış bir haldeydi. Bu nedenle, Çin yıllıklarında Mete’nin gençliğine ait bilgiler hikâye ve masal üslubu ile yazılmıştır 13.
Hunlar daha ziyade Tanrı dağlarının Doğu uçlarından batıya doğru uzanan büyük bir kitle idiler. Batıda nereye kadar uzadıklarını bilmiyoruz. Çünkü elimizde hiç bir kaynak yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, kuzey-batıda Volga ırmağına; güney-batıda da Türkistan’a kadar uzanan bölgelerde yaşayan halklar onların akrabaları idiler 14.
İmparatorluk kurulduktan sonra tıpkı Göktürk devletinde olduğu gibi, devletin ağırlığı ve İmparatorluğun başkenti doğuya kaymış ve başkent, Orhun nehrinin kaynaklarını aldığı Ötügen bölgesinde kurulmuştu.
Burası, bütün Orta Asya’nın en kutsal yeri idi. İnanca göre, bütün büyük imparatorlukların başkenti burada kurulmalı idi. Esasen bu bölgeyi ele geçiremeyen ve başkentini de burada kuramayan bir devlet, büyük bir teşekkül veya imparatorluk sayılmazdı. Bu sebeple Avar, Göktürk, Uygur ve hatta Çingiz Han’ın kurduğu Moğol imparatorluğu bile biraz geliştikten sonra, başkentlerini buraya taşımışlardı.
Bugün Türk kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak da kabul ettiğimiz M.Ö.209 yılı Mete’nin yönetimi devraldığı yıldır. O daha babası döneminde kendisine verilen 10 bin kişilik bir tümeni çok katı bir askeri disiplinle eğitmişti. Yönetimi aldığında tüm orduya bu sistemi uyguladı. Dönem için motorize kabul edilebilecek süvari birlikleri, katı bir askeri disiplinle bir araya gelmiş oluyordu . Bu durum, komşuları ve özellikle Çin için pek alışılmış bir şey değildi. Tartışmasız bir askeri zekaya sahip olduğu anlaşılan Mete, yeterince güçlene kadar komşularıyla ve Çin ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermişti 15. Ordusunun istenen düzeye gelmesini, silah ve teçhizat olarak yeterli olmasını bekledi. Sonrasında yine bir askeri zeka örneği olarak önce bozkır komşularının üzerine yürüyerek onları hakimiyeti altına aldı. Sonrasında bu kavimleri birleştirerek, kendi deyimiyle “yay çeken tüm halkları” birleştirdi. Bu duruma ulaştıktan sonra Çin ile mücadele etmeye başladı. Dönemin süper gücü sayılabilecek bir devlet ile uğraşmadan önce sıkı bir askeri disiplin ve eğitim, arkasından bölgedeki parçalı kavimleri birleştirme, onlardan da sağladığın insan kaynaklarını ordusuna entegre etme ve tüm hazırlıkları yaptıktan sonra Çin üzerine yürüme olarak değerlendirebileceğimiz bu yol haritası, dönem için oldukça stratejik ve gelişmiş bir askeri anlayışın eseridir.
Savaşları sayıların değil, askeri stratejilerin kazandığını gösteren bu yol haritası, aynı zamanda Türklerin askeri yeteneğini, halktan kurulu ordularıyla neleri başardıklarını göstermesi bakımından çok anlamlıdır.
Hun Türkleri karşısında acze düşen Çin, onlarla mücadelede yine Türk taktiklerini uygulamaya büyük önem verdi. Çinli komutanlar, Hunlara karşı yaptıkları her seferin düzenli raporlarını yazdılar. Bu raporlar doğrultusunda Çin kendi askeri sistemlerinde, ordu düzeninde, sınır boylarında önlemler almıştı. Devlet arşivinde toplanan bu resmî belgeler, daha sonra Çinli tarihçiler tarafından düzenlenerek Çin Yıllıkları meydana getirilmişti 16.
Çinliler özellikle Chao İmparatoru Wu-ling’den itibaren yeni surlar yaptırarak, sınırlarda istihkamlar oluşturarak önlemler almaya başladılar. Sadece surlar ile Hun akınlarının durduramayacaklarını biliyorlardı. Çin halkının muhafazakar tutumuna rağmen, güçlükle yapabildikleri reformlar ile ordularının giyim ve silahlarını Hun usulüne benzetebildiler. Hunların üstünlüğünü giyim ve silahlarında görüyorlardı. Bu nedenle düşmana kendi silahıyla karşılık verilmesi gerektiğini düşündüler. Hunlar düşmandı ama aynı zamanda çok iyi bir örnekti. Wu-ling’in emriyle ordusundaki manevra kabiliyeti sınırlı savaş arabaları hizmetten kaldırıldı. Yerine Hunlarınki gibi manevra kabiliyeti yüksek ve son derece hareketli atlı birlikler oluşturuldu. Askerlerin hareketini engelleyen bol ve uzun elbiseler yerine vücudu saran Hun pantolonları, çizmeleri ve başlıkları (börk) giydirildi. Bele Hun kemerleri bağlanmaya başladı. En önemlisi, Çin ordusu Hun silahlarıyla donatıldı ve Hun tarzı askeri eğitimlere başlandı. Kendilerinin sayıca da fazla olması durumu Çin’in lehine çevirdi 17.
Milad yıllarından itibaren Asya Hun İmparatorluğunun dağılmasıyla bölgede genel olarak bir Çin hakimiyeti ve parçalı Türk unsurların yerel hakimiyetleri görüldü. Bu durum 552 yılında Bumin’in yeniden güçlü bir Türk Devleti kuruşuna kadar devam etti. Çin yıllıklarına göre Bumin’in mensup olduğu A-Shih-na (Aşına) sülalesi, Hyung-nu (Hun) ların bir koludur 18. Gök-Türklerin menşei konusunda ortaya çıkan en belirgin ve isabetli sonuç 542 yılına kadar Altay dağlarının güney eteklerinde yaşıyor olmaları, bütün Çin kaynaklarının ittifakla bildirdiği üzere Hun’lardan gelmeleri ve onların kuzeyinde bulunmuş olmalarıdır 19.
Persler yani İranlılar tarafından Kermichion diye adlandırılanlar Göktürklerdir. Kermichion adının Chion unsuru, Hunların Farsça Hyón adının Yunanca kaydedilmiş şeklidir. Hun ismi Göktürkleri belirtmek için de kullanılmıştır 20.
(Bölüm 2)
Göktürklerin dönemi, Türk Tarihinin model devleti olması açısından önemlidir. Hun-Göktürk ve Uygur dönemleri askeri teşkilatlanmalar bakımından birbirinin devamı niteliğindedir. Tüm halk orduyu oluşturur. Tüm ordu aynı zamanda halktır. Göktürklerde mesleği sürekli askerlik olarak kabul edilebilecek küçük bir grup bulunurdu. Bunlar Aşına sülalesi içinden seçilen ve adlarına “Börüler” denilen Han muhafızlarıydı. Bu küçük zümrenin haricinde, ordu ve devlet yapılanması Hunlardan pek de farklı değildi.
Göktürkler devlet olarak tarih sahnesine çıkmadan önce, Altay Dağlarının güney eteklerinde bulunuyorlar ve tabi oldukları Moğol kökenli Juan-Juan (Avar) devletine demircilik yaparak silah üretiyorlardı. Onların hakkındaki ilk bilgiler Çin yıllıklarında 542 yılında geçer. Bu yıllarda başlarında muhtemelen Bumın bulunuyordu. 545 yılında Juan-Juanlar’a bağlı Töles boylarının isyan edeceklerini öğrenen Bumın ani bir baskınla Tölesleri yenerek kendine bağlamış, bu sayede gücünü iyice artırmıştı.
Kendini Juan-juan’lar seviyesinde görmeye başladığı anlaşılan Bumın, 549 yılında bir elçi göndererek Juan-juan reisi A-na-kui’nin kızını istedi. Bu teklifi çok sert bir tepkiyle karşılayan A-na-kui elçi göndererek, Bumın’a “Sen benim demir işlerimde çalışan bir kölemsin, nasıl bana söz söylemeye cesaret edersin?” diyerek hakarette bulundu. Böylece Bumın’ı siyasî güç olarak tanımadığını gösterdi. Bumın ise A-na-kui’in elçisini öldürerek, Juan-juanlarla tüm ilişkisini kesti21.
Bundan sonra Bumın yönünü Çin’e dönerek Wei devletiyle bir ticaret anlaşması yaptı. Yine Wei’den bir prensesle evlenerek siyasi temaslarına başlamış oldu. 552 yılında ise aniden saldırarak Juan-juanları yendi. Bu savaşta A-na-kui yenildikten sonra intihar etti. Kaynakların birleştiği nokta Göktürk Devletinin bu hadise vesilesiyle 552 yılında kurulduğudur. Devletleşme sürecinden önce demirci olmaları ve özellikle savaş aletleri, silahlar üretmeleri sebebiyle, savaş ekonomisine ve yüksek bir askeri yeteneğe sahip oldukları anlaşılıyor.
Göktürklerin dönemi, Türk Tarihinin model devleti olması açısından önemlidir. Hun-Göktürk ve Uygur dönemleri askeri teşkilatlanmalar bakımından birbirinin devamı niteliğindedir. Tüm halk orduyu oluşturur. Tüm ordu aynı zamanda halktır. Göktürklerde mesleği sürekli askerlik olarak kabul edilebilecek küçük bir grup bulunurdu. Bunlar Aşına sülalesi içinden seçilen ve adlarına “Börüler” denilen Han muhafızlarıydı. Bu küçük zümrenin haricinde, ordu ve devlet yapılanması Hunlardan pek de farklı değildi. Yine ordu-millet kavramı etkili olarak, her oğuş (aile) içinde eli silah tutabilecek yaştakilerin aynı zamanda ordunun bir üyesi olması alışkanlığı devam etti.
Bozkır kültürü ve yaşam tarzının en önde gelen temsilcisi olan Türkler, sürekli bu yaşam tarzının getirdiği zorluklarla mücadele ederek yaşamlarını sürdürdüler. Hayvancılık ana geçim kaynakları olduğundan, sürülerini yönetme, kontrol etme ve koruyabilmek için küçük yaşlardan itibaren zorlu yaşam şartlarıyla mücadele etmeye başlarlardı. Büyük sürüleri az sayıda insanın iyi örgütlenmesiyle sevk ve kontrol etme becerileri sayesinde teşkilatçı bir toplum oldular ve devletleşme aşamalarında bunun çok faydasını gördüler.
Çin’in entrikaları ve ustaca uyguladığı planları sonucunda, yerleşik şehirli hayatını, ipeğini ve rahat yaşamını cazip gören Türk kütleleri, zaman içinde Çinlileşerek eski savaşçı ve özgür ruhlarını kaybettiler. 630 yılında Doğu Göktürkler, 657 yılında da Batı Göktürkler Çin Hakimiyetine girdiler. Çin bu süvari askerlerin savaş yeteneğini ustaca kendi yararına kullandı. Onları kuzey ve batı sınırlarında yerleştirerek sınır boylarını koruma altına almış oldu.
Ancak, esaret kabul etmeyen bu atlı-savaşçı ırkın özgürlük için teşebbüsleri hiç bitmedi. M.S. 639 yılında Cheh-Shih-Shuai öncülüğünde kırkın üzerinde Göktürk’ün ihtilal girişimleri bunun en bariz örneğidir 22.
681 yılında Aşına Fu-nien’in başarısız bir girişimi daha oldu. Bu girişime katılanların çoğu hayatını kaybederken, içlerinden Aşına Kut’u-lu (Kutluk), Çogay Kuzı Dağına çekilmiş, kendine bağlı güçleriyle Dokuz Oğuzların sürülerini yağmalayarak adını duyurmuş ve güçlenmişti. Bundan sonra Kutluk, kimi kaynaklarda “Kutluk Devleti” olarak da geçen II.Göktürk devletini kurdu 23. Kendisi de ülkeyi toplayan anlamında “İlteriş” adını aldı.
A-shih-te sülalesinden Yuan-Chen “Tonyukuk” in de katılmasıyla Kutluk etkili bir devlet teşkilatı kurmaya başladı. Tonyukuk’un da telkinleriyle Çin’e meydan okumadan önce Ötüken bölgesine çekildi ve önce bölgeyi hakimiyetine almak ve birliği sağlamakla uğraştı 24. Onu takip eden kardeşi Kapgan Kağan bu stratejiyi devam ettirdi. Öncelikle çevrenin güvenliği sağlandı. Ordunun güçlenmesi ve eğitilmesi ile ilgilenildi. Sonrasında Kapgan Kağan yaptığı akınlarla Çin’i baskı altında tuttu. Askeri stratejinin gereği olan bu tavrın, Hun dönemi Mete taktiğiyle aynı olması dikkate şayandır.
Kapgan’dan sonra devletin başına geçen Kutluk’un oğlu Bilge ve kardeşi Kül Tigin döneminde Tonyukuk yine günümüzde vezirlik diyebileceğimiz mevkiyi işgal ediyordu. Askeri strateji aynen sürdürüldü. Çoğu Türk kökenli olan çevredeki bozkır kavimleri hakimiyet altına alındı. Bölge güvenliği tam olarak sağlandıktan sonra yine gözler Çin’e çevrildi. Bu dönemde Göktürk ülkesinde Budizm etkisi artmaya başladı. Türklerin savaşçı ve mücadeleci ruhuna uymayan ve genel olarak yerleşik halklara uygun olan bu dine Bilge Kağan ilgi göstermiş ve mabet yapmalarına izin vermiş, hatta kendi başkentinin çevresine surlar yaparak yerleşik hayata geçme eğilimi göstermişti. Bilge Tonyukuk Türklerin en büyük üstünlüğünün, savaşçı ve mücadeleci bozkır yaşamından ve alışkanlıklarından geldiğini biliyordu. Şiddetle muhalefet ederek Bilge Kağan’ı bu fikirden vazgeçirdi 25.
744-745 yılları Çin’in tahrik ettiği Basmıl, Karluk ve Uygurların Göktürkler ile mücadelelerine sahne oldu. 745 yılında hakimiyeti ele geçiren Türklerin Yağlakar sülalesinden Uygurlar, 844 yılına kadar bu hakimiyeti sürdürdüler. Onlar da Hun ve Göktürk askeri sistemini ve stratejilerini aynen devam ettirdiler. Özellikle ikinci kağanları Moyen Çor, Mete ve Kapgan Kağanlar gibi Çin’e üstünlüğünü kabul ettirdi. Anılan bu Türk büyükleri dönemlerinde Çin Türklere vergi vermek suretiyle güvenliğini sağlama alabiliyordu26.
Hun, Göktürk ve Uygur dönemleri, sosyal ve askeri açıdan birbirlerinin devamı niteliğindeydi. Karluk ve Kırgızların baskısıyla Uygur Devleti birliğini kaybettikten sonra bölgede konfederatif bir yapıya sahip olan Oğuz Yabguluğunu görüyoruz. X. Yüzyıldan sonra ise günümüz İran ve Azerbaycan topraklarına doğru çekilen Oğuzların Kınık Boyu öncülüğünde Selçuklu Devleti yükselmeye başladı 27.
Selçukluların bir kolu Kutalmışoğlu Süleyman Şah önderliğinde Türkiye Selçuklularını oluşturdular. Onların devamında ise 600 yıl hüküm sürecek Osmanlı İmparatorluğu geldi. Ancak, Selçuklu ve Osmanlı’yı kuran Türk topluluklarında askeri durum değişmişti. Klasik Türk yapılanmasındaki bölge beyleri, yeterince güçlendikleri zaman merkeze başkaldırıyor, kendi bağımsızlıklarını elde etmek istiyorlardı. Selçuklu bürokrasisinde etkili olan fars kökenli yöneticilerin de yönlendirmeleriyle gulamlar (mesleği sadece askerlik olan bir nevi hassa orduları) oluşturulmaya başlandı28. Bunu Osmanlı’da kapıkulu askerleri ve yeniçeri ocakları takip etti. Yine ordu millet alışkanlığını temsil eden tımarlı sipahiler olsa da mahiyetleri zamanla değişmeye, hükümdar yerine bağlı oldukları beylere itaat ettiklerinden, merkezin güçten düştüğü dönemler için tehlike arz etmeye başlamışlardı 29.
Boylar birliğinin enerjisini yüksek tutarak devletin faydasına kullanma konusunda eskisi kadar başarılı olamayan Osmanlı, değişen zamanın ve gelişen teknolojinin gerisinde kaldı. Enderun mekteplerine alınan ve eğitim verilerek saray idari teşkilatlarına yönetici olarak katılan çocuklardan sonra, İmparatorluk yönetim merkezinde her etnik kökenden yönetici görülürken, Türklere pek de rastlandığı söylenemezdi. Kuruluşundan 1500’lü yılların başına kadar, devletin etkili vurucu gücü olan süvari Türkmenler geri plana itilmişti30. Sistem, fethedilen yerlerdeki tarımı desteklemek istiyor, reayayı (çiftçiler) kollanmaya çalışılıyordu. Onların huzur içinde tarım yapabilmeleri için, Devletin asil ve asli unsuru Türkmenler kısıtlanmaya başlandı.
Hayvancılıkla geçimlerini sağlayan bu Türkmen Aşiret ve Oymakları, yayla-kışlak arasında hareket etmek zorundaydılar. Çok sayıda hayvanlarıyla birlikte bu gidiş gelişlerin ekili alanlara zarar vermesini önlemek isteyen Osmanlı idaresi, Türkmenleri yerleşik düzene geçirmeyi, buna direnenleri ise dağ eteklerine iskan ederek tarım alanlarından uzaklaştırmayı ilke edindi. Direnenlerin üzerine ordular sevk etti. Hayvancılık adına çok da uygun olmayan, verimsiz topraklarda yaşamaya zorlanan Türkmen kitlelerinden, hayvan vergisi almayı da ihmal etmiyordu. Zaman içinde ekonomik olarak gerileyen Türkmenler devlete küsmüşlerdi. Bu nedenle Şah İsmail önderliğinde Safevi Devletinin kurulduğu günlerde, Türkmenler arasında “Yeni Türk Devleti Kuruldu, bizim yerimiz orasıdır” anlayışı gelişti. Öyle ki; Menteşelü Türkmenleri bile hayvanlarını yok pahasına satıp, Muğla’nın Menteşe Dağlarından kalkarak İran’a göçüyorlardı31. İhmal edilmiş ve ötelenmiş kitleler, çeşitli şeyh, derviş, dai veya babalar etrafında toplanmaya başladılar. Arkasından Şah Kulu Baba Tekelü kalkışması gibi toplumsal hareketler, onu takiben Celali isyanları geldi. Devlet bu kitleleri anlamaya veya kazanmaya gerekli önemi vermiş midir burası tartışılır. Ancak, bunlarla hasmane bir şekilde hesaplaşmaya oldukça enerji harcadığı kesindir.
Devşirme sistemiyle kurduğu Yeniçeri Ordusunun kontrolünü sağlayamayan Osmanlı, kimi yerde gelecek planlarını, hatta bekasını tehdit eden bu sistemle yüzleşmek zorunda kaldı. Bu uğurda Osmanlı Hanedanından kurbanlar da vermek gerekti. III.Selim ile başlayan orduda yenileşme çabaları, ardılı II.Mahmud ile devam etti. Mithad Paşa ekolü ve arkasından II.Abdulhamid dönemi geldi. Orduda, eğitimde ve özellikle askeri eğitimde belli bir mesafe alınmasına ortam sağlandı. Ordunun yönetim kademesine Türklerden alım ile başlayan süreç, bu Türklerin Kurtuluş Savaşında yazdıkları destanlar ile devam etti. Ordu-Millet sistemine verilmiş 400 yıllık aranın nelere mal olduğu ayrı bir tartışma konusu olarak önümüzde durmaktadır.
Şenol SOYDAN
KAYNAKLAR :
1- Rásonyi, L., “Tarihte Türklük”, Türkler Cilt 1, (Ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002. s.496
2- Rásonyi, L.,a.g.e.s.497
3- Kafesoğlu, İ., “Türk Milli Kültürü”, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, s.280
4- Erebrhard, W., “Eski Türk Devletlerinin Ekonomisi Hakkında İncelemeler-1”, Belleten Cilt:IX, Sayı 33,34,35,36, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1941, s.488-89
5- J. J. M. de Groot, “Chinesische Urkunden zur Geschichte Asiens. Die Hunnen der vorchristlichen Zeit”, Leipzig, 1921, s.53.
6- Koca, S., “Büyük Hun Devleti” Türkler Cilt 1, (Ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002. s.1047,1048.
7- Erebrhard, W., “Eski Çin Kültürü ve Türkler”, Türkler Cilt 1, (Ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002. s.794
8- Erebrhard, W.,a.g.e.s.795
9- J. J. M. de Groot, a.g.e.s.53
10- Koca, S., a.g.e. s.1047
11- ÖGEL, B., “Türk Mitolojisi I (Kaynakları ve açıklamaları ile destanlar)” 5. Baskı (Tıpkıbasım), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010, s.18-19.
12- ÖGEL, B., a.g.e.s.15-16
13- ÖGEL, B., a.g.e.s.17.
14- ÖGEL, B., a.g.e.. s.17
15- ÖGEL, B., “Büyük Hun Devletinden Önceki Orta Asya’nın Etnik Durumu”, Dil ve Tarih Coğ. Fak. Dergisi, 1947, Sayı 8, s. 663-679.
16- ÖGEL, B., “Büyük Hun Devletinden Onceki Orta Asyanın Etnik Durumu”, Dil ve Tarih Coğ. Fak. Dergisi, 1947, Sayı 8, s. 665-66.
17 Koca, S., “Büyük Hun Devleti” Türkler Cilt 1, (Ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002. s.1050-52.
18- Gumilev, L, N., “Hunlar”, (Rusçadan Çev. D. Ahsen BATUR), 4. Baskı, Selenge Yayınları, İstanbul, 2005, s.505
19- Taşağıl, A., “Göktürkler I” 2.Baskı, TTK Yayınları, Ankara, 2003, s.9
20- Czeglédy, K., “Bozkır Kavimlerinin Doğu’dan Batı’ya Göçleri” (çev. E. Çoban), İstanbul 1998, s.66.
21- Taşağıl, A., a.g.e., s.19,20.
22- Taşağıl, A., “Göktürkler II (Fetret Devri 630-681)” , TTK Yayınları, Ankara, 1999, s.25
23- Taşağıl, A., “Göktürkler III”, TTK Yayınları, Ankara, 2004, s.21.
24- Taşağıl, A., a.g.e., s.23.
25- Taşağıl, A., a.g.e., s.45.
26- İzgi. Ö., “Uygurlar’ın Siyasi ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vekisakalarına Göre)”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları-72, Ankara, 1987, s. 14-22.
27- Koca, S., “Selçuklular’da Ordu ve Askeri Kültür”, Berikan Yayınevi, Ankara, 2005, s.185
28- Bozdemir, M., “Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları”, A.Ü. Siyasal Bilgîler Fakültesi Yayınları-489, Ankara, 1982, s.30-32.
29- Turan, O., “Selçuklular Zamanında Türkiye”, İstanbul, 2004, s.391.
30- Karal, E, Z., “Osmanlı Tarihi V”, TTK Yayınları, Ankara, 1988, s. 13.
31-Sümer, F., “Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü”, Selçuklu Tarihi ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Güven Matbaası, Ankara, 1976, s.46-47.