Osmanlı Ekonomisi

Bir ülkenin iktisadi sistemi, o ülke toplumunun hayat tarzı ve toplumsal değerleriyle yakından ilişkilidir. Osmanlı iktisadi anlayışının oluşmasında örfler, İslamiyet ve devletin hâkim olduğu coğrafyadaki kültürler vb. etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kurumlarının oluşmasında özellikle geçmişteki Türk ve İslam devletlerinin büyük bir önemi vardır. Osmanlı Devleti tımar, lonca, ihtisap vb. kurumları bu devletlerden miras olarak devralmış ve geliştirmiştir. Tarihî süreç içinde Osmanlı ekonomisinde klasik dönemde üç ana ilke etkili olmuştur. Bunlar; iaşecilik, fiskalizm ve gelenekçilikdir.
İaşecilik: Bu ilkeye göre reayanın refahını sürekli kılmak için öncelikle piyasalarda istenilen kalitede uygun fiyata yeterli miktarda mal bulunmalıdır. Bu nedenle Osmanlı ekonomisinde üretime büyük önem verilmiştir. Büyük çapta ve seri üretiminin olmadığı bir ortamda, küçük işletmelere dayalı yüksek bir üretim potansiyeline erişilmişti. İthalat serbestti. Ahiliğin günlük hayattaki hizmet anlayışı, dayanışmacı bir toplum oluşturmayı hedef almıştı. Hayır amaçlı harcama (infak) arz yönlü toplumu oluşturmanın maddi yönünü teşkil etmekteydi. Toplum ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik bütün bu uygulamalar arz yönlü bir ekonomiyi ortaya çıkardı.
Gelenekçilik: Bu ilke sosyal ve iktisadi ilişkilerde mevcut dengeleri korumayı ve var olan düzeni bozacak değişme eğilimlerini engellemeyi ifade etmektedir. Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış, mevcut ulaşım imkânlarının yetersizliği karşısında kolayca kıtlığa dönüşebileceğinden, tüketimi artıracak nitelikteki değişme eğilimleri kontrol altında tutulurdu. Bu anlayış, israf ve lüks tüketime yönelik yasaklamaların önemli bir kaynağıydı. Dengenin korunmasında yalnız tüketimin değil üretimin de kontrol altında tutulması gerekiyordu. Devlet, ihtiyaç duyulan miktarda ithalata müsaade ediyordu.
Fiskalizm: Hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesini engellemeyi amaçlıyordu. İktisadi kararlar alınırken devletin bir yandan gelirleri yükseltmesi, diğer yandan harcamaları kısması olarak özetlenebilen fiskalizm, Osmanlı ekonomi anlayışını diğer iki ilke ile birlikte şekillendirmişti. İlk dönemlerden itibaren ülke topraklarının hanedana ait ve tarımın Osmanlı ekonomisinde en önemli faaliyetlerden biri olması devletin toprağı, miri arazi olarak kendi egemenliğinde tutmasında etkili olmuştur. Bu toprakların işletme hakkı ise reayaya bırakılmıştır. Devlet, nüfusun ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak her köylü ailesinin geçimini sağlayacak büyüklükte toprağı kullanmasına özen göstermiştir. Tarımsal teşkilatlanmayı da tımar sistemiyle gerçekleştirmiştir.
Diğer taraftan insan faktörü tarımla beraber sanayi, ticaret vb. tüm sektörlerde ekonominin önemli kaynağını oluşturmaktadır. Kuruluş Döneminden XVII. yüzyılın sonlarına kadar nüfusun giderek çoğalması beraberinde ekonomik canlanmayıda getirmiştir.

KLASİK DÖNEMDE EKONOMİK YAPI
Klasik Dönemde Osmanlı Devleti’nin mali teşkilatı; merkez maliyesi, tımar ve vakıf sistemleri olmak üzere üç kısımda ele alınabilir.

Merkez Maliyesi:
Gelir ve gider hesaplarının tutulduğu bu teşkilat başında sadrazama karşı sorumlu olan başında defterdar bulunurdu. Baş defterdar olan Rumeli Defterdarı mali yargının ve hazine işlemlerinin en üst makamıydı. Yönetiminde hazinenin çeşitli gelir ve gider hesaplarının tutuldu u ve koordinasyonun sağlandığı bürolar vardı. Rumeli ve Anadolu eyaletlerinin dışında kalan diğer eyaletlerde baş defterdara bağlı taşra defterdarlıkları kurulmuştu.
Merkezdeki maliye dairelerinde çalışan memurlar hazineden maaş almayıp geçimlerini kayıtlar ve tescillerden tahsil ettikleri vergi ve harçlarla sağlarlardı. Bütün devletlerde olduğu gibi Osmanlı maliyesinin en önemli gelir kaynağı reayadan alınan vergilerdi. Osmanlı Devleti’nde önceki Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi İslam hukukunun uygulanmasından dolayı bir taraftan şeri vergiler toplanırken diğer taraftan geleneklere dayanılarak konmuş olan örfi vergiler toplanmaya devam etmiştir.Tımar SistemiBütün ekonomilerde olduğu gibi Osmanlı ekonomisinde de tarım en önemli faaliyetlerden biri olmuş, ülke toprakları da tımar sistemiyle teşkilatlandırılmıştı. Osmanlı mali siteminde tımar; bir kısım asker ve memurlara geçim, hizmet veya masraflarına karşılık belirli bölgelerin vergi kaynaklarının tahsis edilmesidir. Geçmiş
İslam devletlerinden özellikle Selçuklulardaki İkta sisteminin geliştirilmesiyle oluşturulan bu sistemde vergiler o dönemde para ekonomisinin gelişmemesi nedeniyle ayni olarak toplanmıştır. Topraklar “dirlik” adı altında gelirine göre üç kısma ayrılırdı:
Yıllık geliri 100.000 akçeden fazla bölgelere“has”,
20.000-100.000 akçe gelirli bölgelere “zeamet”,
20.000 akçeye kadar olan topraklara “tımar” ismi verilmiştir.
Tımar, “sipahi” denen eyalet askerlerine tahsis edilirdi. Tımar topraklarının devlet mülkü olmasından dolayı miras bırakılması, vakfedilmesi ve bağışlanması yasaktı. Toprak, sipahinin ve köylünün elinden keyfi olarak alınamazdı. Buna karşılık sipahilerin merkezî otorite aleyhine toprak kazanmasına izin verilmezdi. Sipahi-reaya ilişkileri kanunla düzenlenmişti. Sipahi ve diğer dirlik sahipleri tımar sisteminin sürekliliğini sağlamakla yükümlüydü. Köyde oturan sipahiler reayanın toprağında güvenle çalışmasını sağlamakla yükümlü olup elde edilecek vergi gelirlerini toplamakla mükellefti. Reayası kaçan sipahi, gelirini kaybederdi. Bu nedenle reayanın toprağı terk etmesi yasaktı. Sipahi kadının emri gereğince kaçak köylüyü on beş yıl içinde toprağa dönmeye zorlayabilirdi.
Köylü kentte iş edinmişse sipahiye çiftbozan vergisini ödemesi gerekiyordu. Köylü toprağını bir başkasına devretmek isterse sipahi yeni durumu onaylar ve toprağın yeni sahibine tapusunu verirdi. Sipahiler reaya üzerinde egemenlik hakkına sahip değildi. Suç teşkil eden bir olay sonucunda ceza verme yetkisi kadıya aitti. Kuralları ihlal eden sipahinin tımarı elinden alınırdı. Köylünün de sipahiye karşı yükümlülükleri vardı. Köyde sipahinin evini, ambarını yapmak, sipahinin ambardaki mahsulünü bir günlük mesafeye kadar olan pazarlara taşımak, onun çayırını biçmek köylünün görevleri arasındaydı.

Vakıf Sistemi
Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da servet ve mülkiyetin toplumun tüm katmanlarına mümkün olduğunca eşit yayılması ve halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasına büyük önem verilirdi. Bunu gerçekleştirmek için özellikle vakıflar, sosyal refahı arttırmaya yönelik bir çok yatırım yapmışlardı. Vakıflar sayesinde hayır amaçlı kurumlar finanse edilip yüzyıllarca korunabilmiş; mahalleler maddi sıkıntıya düştüğünde desteklenmiş; arazilerin aşırı parçalanması önlenmiş; yaşlılık ve maluliyet maaşları verilmiş; lonca ya da mahalle üyeleri için basit de olsa sigorta güvencesi sağlanmış hatta şehir duvarları ve kaleler inşa edilerek savunma çabalarına dahi katkıda bulunulmuştur. Vakıflar bu faaliyetleri karşılığında vergi vermemişlerdir. Faaliyetlerini gerçekleştirmek için vakıflar, nakit para bağışlanması, kira getiren bir gayrimenkulün bağışlanması, bağışlanan herhangi bir varlığın satılarak nakite dönüştürülmesi, vakfedilmiş arazinin ekilmesi gibi farklı yollardan gelir elde etmekteydiler. Vakıflar ekonomide düzenli ve muazzam bir para akışının gerçekleşmesini sağlamaktaydı. 1527’de Osmanlı Devleti’nin vergi gelirleri toplamı 537 milyon 927 bin akçe kadardır. Merkezde toplanan bütçe gelirlerinin % 12 kadarını, vakıf paraları oluşturmaktadır.

ÜRETİM YAPISI
Osmanlı Devleti iaşe ilkesi gereği ihtiyaç duyulan her türlü malın karşılanması için tarımsal ve sınai üretime büyük önem vermiştir. Tarımsal üretim, tımar sistemi çerçevesinde, sınai üretim de loncalarca gerçekleştirilirdi. Devlet, üretimde devamlılığı sağlamak için zirai toprakların mülkiyet hakkını fertlere bırakmaz, fertler ancak muhafaza görevini üstlenir ve üretim yapardı. “Mirî” adı verilen bu mülkiyet rejiminde toprak, çiftçilere babadan oğula geçecek şekilde kiralanmış sayılır, alımı satımı devletin sıkı kontrolü altında tutulur, vakfedilmesine ve bağışlanmasına müsaade edilmezdi. Çiftçilerin zirai üretimi düşürmeye sebep olacak şekilde şehirlere ya da başka bölgelere göç etmelerine izin verilmezdi. Zirai üretimden gelen gıda maddeleri ile ham maddeleri kaza merkezinde satın almak, işlemek ve satmak, kasaba esnafının tekelindeydi. Devlet üretim ve tüketim arasındaki dengeyi korumaya önem verirdi. Üretimin hedefi, yurt içi ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Yurt içi ihtiyaçlarının tümü karşılandıktan sonra kalan mal varsa onun ihraç edilmesine de müsaade edilirdi.
Osmanlı iktisadi sisteminin diğer özelliği de “eşitlikçi” eğilimin hâkim bulunmasıydı. Ziraat, madencilik, sanayi, ticaret ve esnaflıkta kaynakların bölüşümünde büyük farklılaşmaların oluşmaması esastı. Bütün bu sektörlerde, üretim faktörlerinin mümkün olduğu kadar eşitliğe yakın bir dağılım içinde kalması amaçlanırdı. Örneğin ekonominin hâkim sektörü ziraatta, toprağın üretici köylü aileleri arasında eşite yakın oranlarda bölüştürülmüş olduğu XV ve XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinden öğrenilmektedir.

Zirai Üretim
Osmanlı ekonomisinde zirai faaliyetlerin ve toprağın hukuki çerçevesi tımar sistemiyle belirlenmiştir. Ülke toprakları ihtiyacı karşılayacak bir tarım kapasitesine sahipti. Hububat üretimi önemliydi. Bunun dışında şehirlerin çevresinde bağcılık, bahçecilik ve sebzecilik yapılmaktaydı. Tarım için suni sulama sistemleri geliştirilmiş, sudan faydalanma durumu kurallara bağlanmıştı. Sulamayı kendi imkânlarıyla sağlayan çiftçiler veya bahçeciler yarı öşür (% 5) vergi ödüyorlardı.
Devlet, zirai ürün arzını yüksek tutmak ve fiyat istikrarını sürdürmek için zaman zaman ihraç yasakları koymuş ve stok politikası izlemiştir. Konargöçerlerin esas geçim kaynağı mera hayvancılığı idi.Koyun ve keçiden başka sığır, manda, at, katır gibi hayvanlar da besleniyordu. Ayrıca çiftlik hayvancılığı da önemliydi. Ulaşım için deve, at, katır, eşek gibi hayvanlara da talep artmıştı. Ordunun et ihtiyacı, İstanbul, Bursa ve Edirne gibi büyük şehirlerin et tüketiminin fazla oluşu, dericilik ve dokuma sanayilerinin gelişmiş olması, canlı hayvan ve hayvan ürünleri satışı hayvancılığı kârlı kılıyordu.
XVI ve XVII. yüzyıllarda çıkan Celali ayaklanmaları, savaşlar vb. nedenler köylülerin topraklarını terk etmelerine ve tımar sisteminin bozulmasına sonuçta üretimin düşmesine neden oldu. XVII ve XVIII. yüzyıllarda çiftlikler ve büyük üreticiler ortaya çıkmasına rağmen hâkim üretim tipi küçük zirai işletmecilikti.

Sınai Üretim
Osmanlı Devleti’nde sanayi küçük işletmelerden oluşmuş olup “lonca” adı verilen esnaf teşkilatının elindeydi. Selçuklular Dönemindeki ahiler, Osmanlılarda Kuruluş Dönemi sonlarından itibaren askerî ve siyasi özelliklerini kaybederek esnaf teşkilatına dönüşmüş, geleneklerini ve eğitimlerini bu alanda devam ettirmişlerdir. Bu süreç sonunda ekonominin gelişmesiyle kentlerde çarşıların her köşesinde bir lonca oluşmuş, her loncada da aynı mesleğe mensup esnaf bir araya gelmişti. Kentler büyüdükçe iş bölümü ve uzmanlaşma da derinleşmiş, lonca sayısı artmıştı. Loncalar bir beldede üretilen malın miktarı, kalitesi ve fiyatının belirlenmesinde söz sahibiydi. Sanayi sistemi; deri işlemeciliği, ipekli ve yünlü dokumacılİkta olduğu gibi hayvancılık, pamuklu dokumacılık ve tarımla yakın ilişki hâlindeydi. Gemi inşa sanayisi ise devletin bizzat organize edip işlettiği büyük sanayiye örnek olarak verilebilir. Avrupa’da daha yüksek fiyat verilmesi Osmanlı sanayi ham maddelerinin de Batı’ya taşınmasına yol açıyordu. Devlet ticaret serbestisini benimsemesine karşılık ülke için büyük önem taşıyan buğday, tuz gibi gıda maddeleri; deri, pamuk ve pamuk ipliği gibi sanayi ham ve yarı mamul maddeleri ile silah, top, gülle, barut gibi savunma araçlarının ihracını yasaklıyordu. Fakat Batı, yine fiyat farkından yararlanarak ihtiyaç duyduğu ham maddeyi kaçak olarak Osmanlı ülkesinden edinebiliyordu.

Tarım ve Hayvancılığa Dayanan Sanayiler
Bu alanda önemli bir dal olan dokuma sanayii, lifli bitkileri (keten, kenevir, pamuk vb.) ham madde olarak kullananlar, yünlü kumaş üretenler ve ipekli dokumacılar olmak üzere üç kısımda ele alınabilir. Birinci tür lifli bitkilere dayalı üretim Anadolu’nun her tarafında yaygındı. Batı, Orta ve Güneydoğu Anadolu’nun ve Suriye’nin pamuklu dokumaları oldukça tanınmıştı. Ege, İstanbul ve Kastamonu çevresinde gelişmiş bir keten dokuma sanayii vardı. Bursa ve Bilecik ipekli dokuma ve kadife merkeziydi. Ayrıca Bursa alacası, peştemal, nefti, mavi bez, çeşitli renklerde kadifeler, kutni denen pamuklu-ipekli kumaş Bursa’nın ünlü kumaşları arasındaydı. Yine Bursa’da altın (sırma) ve gümüş telli (sim) kumaşlar dokunmaktaydı.
İstanbul’da dış pazarlar için de üretim yapan kaliteli basma imalathaneleri bulunuyordu. Fener Tahta Minare’de iltizamla işletilen bir çuha fabrikası vardı.
Burada 1720’den sonra kalın ipekli kumaş da dokunmuştur. İstanbul’da XVIII. yüzyılda üstün kaliteli ipekli dokuma sanayii gelişmişti. Deri sanayii İstanbul, Edirne, Kayseri, Ankara, Bursa, Konya gibi şehirlerde önemli bir yere sahipti. İstanbul ve Edirne’de belli kalite ve standartlara uygun olarak üretimde bulunan kürkçü esnafının faal olduğu bilinmektedir. Halıcılık, Türk tarihinin ilk dönemlerinden beri önemli bir üretim alanıydı. Bu dönemde Uşak, Gördes, Kula, Milas, Ladik (Denizli) halıcılığı meşhurdur. Buralarda dokunan halılar Avrupa’da büyük talep görmüştür.
Ankara ile çevresinde dokunan yünlü dokumaya (sof), büyük bir iç ve dış talep vardı. XVIII. yüzyılda Ankara civarında tiftik sofu üretimi devam etmiş ve dışarıda da yüksek talep görmüştü. Selanik’te de çuha ve keçe üretilmekteydi. Dericilik ve dokuma sanayiindeki gelişme, boyacılığın da gelişmesini sağlamıştı. Hatta Avrupa’nın lüks kumaşları Bursa ve diğer şehirlerdeki boyahanelerde boyanıyordu.
XVI. yüzyıl sonlarındaki uzun savaşlar ve Celali isyanları tarımla beraber sanayii de olumsuz etkilemiştir. Birçok sermaye sahibi ve kalifiye elemanın Iran ile yapılan savaşlarda ölmesi Bursa’da bazı atölyelerdeki tezgah sayısının azalmasına bazı atölyelerin ise tamamen ortadan kalkmasına yol açmıştı. Ayrıca bu yüzyılın ikinci yarısında (1563’te olduğu gibi) Batı’nın yüksek ham madde talebi bazen Osmanlı Devleti’nin güvenliğini tehlikeye düşürebiliyor, iç üretimdeki yetersizliği artırıyor ve yerli sanayii darboğaza itiyordu. Böyle durumlarda ham madde (tiftik ve sof ipliği vb.) ihracatı yasaklanıyordu. Osmanlı ekonomisi XVIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar Batı’nın fabrika üretimine karşı başarıyla direnmiştir. Pahalı fakat kaliteli olan Osmanlı malları ucuz fakat kalitesiz olan Avrupa mallarına, özellikle yelken bezi gibi stratejik ürünlerde, Avrupa’da bile tercih edilmiştir. XIX. yüzyıldan itibaren Avrupa mallarının Osmanlı pazarında rağbet görmesi Osmanlı sanayisinin çökmesine neden olmuştur.

Madencilik ve Maden Sanayii
Osmanlılar madenî para sisteminin gereklerine ve savunma sanayinin ihtiyaçlarına göre maden işletmeciliğini geliştirmişlerdir. Maden işlemeciliği tarım aletleri, ev gereçleri ve savaş malzemeleri üzerine yoğunlaşmıştı. Savaş ihtiyaçlarının baskısı yeni işletmelerin açılmasını zorunlu kılmıştı. Bu nedenle gülle döküm fabrikaları açılmış ve savaş gemisi yapımı yoğun bir tempoda sürdürülmüştür. XVII. yüzyılın sonlarında yeni para politikasının bir uzantısı olarak Rumeli ve özellikle Anadolu’da kapanmış maden ocakları yeniden işletmeye açılmış veya yenileri kurulmaya başlanmıştır. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren Batı teknik açıdan Osmanlılardan daha ileri seviyedeydi. Örneğin teknik açıdan Avrupa topları Osmanlı toplarından üstündü. Tersanedeki gemi inşa faaliyetlerinde Avrupalı teknisyenler görev almaktaydı. Kalyonlar için gerekli olan 70-80 kantar (1 kantar=yaklaşık 56 kg) ağırlığındaki demir, yurt içinde üretimi mümkün olmadığından, İngiltere’den ithal edilmekteydi. Bir humbaracı ustasının bulduğu yöntemle XVIII. Yüzyıl başında tersanede 70-80 kantarlık büyük demir kütükleri üretecek bir fabrika kurularak faaliyete geçti. Ancak XVIII. yüzyılın sonlarına doğru iktisadi daralma diğer sektörlerde olduğu gibi madenciliği de olumsuz etkilemişti.

TÜKETİM
Ekonomide üretim kadar tüketim faaliyetleri de önemlidir. Toplumun alışkanlıkları, yaşam standartları tüketimin özelliklerini belirlemek açısından önem taşımaktadır.
Osmanlı Devleti’nde tüketim alışkanlıkları köylerde, kasabalarda ve şehirlerde yaşam şekillerine göre farklılık göstermiştir. Geliri çok olan insanlar tüketime daha fazla yönelmişlerdir. Şehirlerde yaşayanların tüketim alışkanlığı, köylere oranla çok çeşitli ve fazlaydı. Başkent İstanbul, tüketimin en yoğun olduğu yerdi. Kalabalık nüfusu beslemek için Anadolu’dan ve Rumeli’den un, et, tahıl gibi temel gıda maddeleri düzenli olarak İstanbul’a getirilirdi. Tarıma bağlı yaşayan köylerde kendi ürettiklerini tüketme alışkanlığı yaygındı. Osmanlı Devleti’nde dış ülkelerden gelen lüks malların tüketimi XVII. yüzyıldan itibaren, artmaya başladı. Bu lüks tüketim üst düzey devlet yöneticileri ile şehir halkı arasında kabul görürken, halkın büyük çoğunluğunu oluşturan kırsal kesime ulaşamadı. Osmanlı Devleti’nde ihtiyaç malları ve ham maddeler şehirlerdeki “kapan” adı verilen toptancı hallerine getirilirdi. Burada “kapan emini” adını taşıyan görevlilerce eşit olarak satıcılara ya da imalatçılara dağıtılırdı. Böylece bir malın üretim safhasından satış noktalarına kadar tek elden dağıtımı sağlanıyor ve aracısız olarak tüketiciye ulaştırılarak fiyat artışı engelleniyordu. Ayrıca bölgedeki arz-talep dengesine göre fazla gelen ürünler ihtiyacı olan diğer eyalet ve sancaklara gönderiliyordu.

TİCARET VE ULAŞIM SİSTEMİ
Osmanlı Devleti de Türkiye Selçukluları gibi ticarete büyük önem vermişti. Devlet, güvenli bir piyasa ortamının oluşmasını, serbest ticaretin, transit ve dış ticaretin geliştirilmesini bir görev bilmiştir. Bu nedenle ticaretin denetimi ve yol güvenliğinin sağlanması devletin sorumluluğu altındaydı. Ticari faaliyetlerde tekelci eğilimlerin güçlenmesine, üretici ve tüketiciyi zarara uğratacak durumların ortaya çıkmasına izin verilmezdi. Dış ticarette devlet denetimi, dışarıya altın ve gümüş çıkışının yasaklanması ve bunun için yabancı tüccarın yine mal ile ülkesine dönmesinin sağlanması, bazı stratejik malların (pamuk, demir, kurşun, hububat, kalay, çelik, barut vb.) ihracının yasaklanması, para darlığına neden olduğu için ithal edilen altın ve gümüş üzerinden gümrük alınmaması şeklinde bir politika izleniyordu.
Osmanlı toprakları, Doğu ve Batı ekonomilerini birbirine bağlayan İpek ve Baharat yollarının üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan elde edilen gümrük gelirleri devlete önemli bir kaynak sağlıyordu. Bu nedenle Osmanlı devlet adamları ticari vergileri artırmak ve mal kıtlığı yaşamamak için kapitülasyonları vermekte tereddüt etmemişlerdi. Kapitülasyonların verilmesinin bir başka nedeni de uluslararası yeni ticaret yollarının keşfi ile XVI. yüzyılda okyanuslara kayma eğilimine giren Avrupa transit ticaretini Akdeniz’de tutma düşüncesiydi. Çeşitli ülkelerden ve özerk yönetimlerden oluşan Osmanlı Devleti’nin merkezî bir devlet olabilmesi ancak sağlıklı bir haberleşme ve ulaştırma ile sağlanabilirdi. Devletin ulaştırma sistemi su ve kara yolları olarak iki kısımda incelenebilir.

Deniz ve Nehir Ulaşımı
Anadolu’nun coğrafi konumu ve ilk çağlardan beri transit ticaret bölgesi olması deniz ulaşımını gerekli kılıyordu. Selçuklulardan beri Kırım, Avrupa, Mısır ve Suriye limanlarıyla Kuzey ve Güney Anadolu limanları arasında yoğun bir ticaret vardı. Selçuklular, Aydınoğulları ve Menteşeoğulları gibi beyliklerden denizciliği devralan Osmanlılar, sınırlar genişledikçe su ve deniz yollarını da ele geçiriyordu. Osmanlı Devleti İstanbul’un fethinden sonra denizciliğe daha çok önem verdi. Karadeniz’de Azak, Kefe, Akkerman gibi Kuzey Karadeniz limanları XV. yüzyıl sonunda fethedildi. Kanuni Sultan Süleyman zamanında donanma Kuzey Afrika’yı fethedecek ve Akdeniz’de hâkimiyet kuracak güce erişti. Sınırlarının en geniş olduğu dönemlerde Karadeniz, Marmara, Kızıldeniz gibi iç denizlerin yanı sıra Akdeniz ve Basra Körfezi’nde de büyük ölçüde hâkimiyet sağlandı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Azak Denizi’ne açılan Don Nehri’yle Hazar Denizi’ne dökülen Volga Nehri’nin birleştirilmesini amaçlayan kanal projesiyle Karadeniz ile Hazar Denizi arasında irtibat sağlanacağı ve dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin Türkistan’a yönelebileceği düşünülmüştü. İşe başlandıysa da Kırım hanları bölgedeki etkinliklerinin azalacağını düşünerek projenin gerçekleşmesini engellemiştir. Ticaret yolları savaş malzemesi naklinde de kullanılıyordu. Karadeniz limanları (örneğin Trabzon) İran’da savaşan ordulara Tuna buğdayının veya Macaristan’da savaşan ordulara Kığı (Bingöl) demiri ve top güllesinin ulaştırılmasında önemli bir araçtı. Osmanlılarda nehir ulaşımının çok önemli olmadığı söylenebilir. Zira Kuzey Anadolu Bölgesi’nin dik ve hızlı akan dar nehirleri, ulaştırmaya elverişli değillerdi. Fırat ve Dicle üzerlerinde sınırlı bir ulaştırma faaliyetiyle Tuna Nehri’nin ulaştırma ve nakliyata elverişliliği bu konuda istisna oluşturmaktadır.

Kara Yolu Ulaşımı
Osmanlı ulaştırma şebekesi içinde kara ve deniz ulaşımı bütünleşmişti. İstanbul, İzmir, Antalya, Alanya, Sinop ve Trabzon gibi limanlar aynı zamanda kara yollarının bitiminde bulunuyorlardı. Osmanlılar, Bizans ve Selçuklulardan devraldıkları yol, kervansaray, köprü gibi bayındırlık tesislerini koruyup geliştirmiştir. Ayrıca yeni fethedilen Rumeli’de birçok kervansaray, han, köprü, imaret, misafirhane yaptırılmış ve bunlar da zengin vakıf gelirleriyle finanse edilmiştir. İç ulaşımda da deve ve tekerlekli araçlar yaygın olarak kullanılmıştır. Bu durumda taşıma maliyetleri oldukça yüksekti. Osmanlı Devleti geniş sınırlara sahip olduğundan değişik ticaret yolları ülkeden geçmekte olup işlek bir ulaşım ağı ve şebekesi kurulmuştu. Yol ağı üzerindeki menziller arasında at, katır ve deve kervanlarının seferler yapmalarına imkânlar hazırlanmıştı. Menzil örgütü ile devlet, resmî haberleşmedeki güven ve hızı sağlamak için her menzilin çevresindeki köy ve kasabaları dinlenmiş ulak hayvanı bulundurmak ve habercileri ağırlamakla yükümlü kılmıştı. Ayrıca buralarda esnaf örgütü kuralları içinde taşımacılığı meslek edinmiş Mekkâri taifesi, özel ulaşım ve ticari mal naklini üstlenmişlerdi. Ulaşım güvenliğinin sağlanması için zaviyeler yaptırılmış, yol, geçit ve köprülerde dervişler istihdam edilmiştir. Sonraları bu amaçla derbent teşkilatı oluşturulmuş, Anadolu’da ve Rumeli’de binlerce aile, avarız vergilerinden muaf tutularak bu işle görevlendirilmiştir. Osmanlı ekonomisinde tüccarlar niteliklerine göre üç gruba ayrılmıştı. Tacir-i mütemekkin yani sermayedarlar, malı ucuz ve bol olduğu dönemde depolayıp fiyatlar arttığında satıp kâr ederdi. Tacir-i seffar, bir bölgeden malın fiyatının yüksek olduğu başka bir bölgeye mal taşıyarak kâr ederdi. Bir de belli bir yerde mal gönderebileceği güvenilir temsilcileri bulunan ve bu yolla ticaret yapanlar vardı.

PARA VE FİNANSMAN SİSTEMİ
Bütün geleneksel ekonomilerde olduğu gibi Osmanlı ekonomisi de madenî para sistemine dayanıyordu. Devlet altın ve gümüşün eşya olarak kullanılmasının önüne geçmeyi ve özellikle para olarak kullanılmasını amaçlıyordu. Ülkedeki altın ve gümüş miktarının değişmesi ekonomik dengelerin bozulmasına yol açıyordu. Bu nedenle ülkeye kıymetli maden girişi teşvik edilmiş çıkışı ise yasaklanmıştır. Böylece piyasanın ihtiyacı olan para finanse edilerek para arzının yeterli seviyede olması amaçlanmıştır. Maden darlığı durumunda yandaki tabloda da görüldüğü üzere paranın içindeki bakır oranı çoğaltılarak (kızıl akçe) veya paranın kenarları kırpılarak (tağşiş) devalüasyon gerçekleştiriliyordu. Osmanlı Devleti’nde paranın basıldığı darphaneler üçer senelik dönemler için iltizam yöntemiyle kiraya verilen işletmelerdi. Para basılması için gerekli olan sikke kalıpları, mahallî darphanelere İstanbul’dan gönderilirdi. Ülkede kullanılan yabancı paralar ve madenler tartıyla alınır, karşılığında yeni basılan Osmanlı parası verilirdi. Bu şekilde serbest darp hakkıyla hem darphane hem de hazine sürekli gelir elde ederdi. Osmanlı ülkesinde birçok şehirde (Edirne, Bursa, Urfa, Üsküp vd.) darphane açılmasının bir sebebi de ulaştırma ve nakliyat imkânlarının kısıtlı olmasıydı.
Osmanlılar XIX. yüzyıla kadar madenî para kullanmışlardı. Madenden kesilen yassı, yuvarlak parçacıklara sikke; gümüşten kesilen sikkelere akçe; altından kesilen sikkelere sikke-i hasene denirdi. Piyasadaki diğer sikkelerin değerleri akçeye göre belirlenirdi. (Başlangıçta 1 altın= 60 akçe idi.). Zamanla içeride ve dışarıdaki iktisadi şartların değişmesiyle akçe değer kaybettiği için XVIII. yüzyılda kullanılmaz hâle geldi. Muhasebe kayıtlarında para, günlük yaşamda ise daha çok kuruş ve altın kullanılmaya başlandı. Tanzimat Döneminde 1839’da çıkarılan “kaime” adlı kâğıt para karşılığı olmayıp bono olarak düşünülmüştü.1844’te 20 kuruş değerinde “mecidiye” adıyla yeni para çıkarıldı.100 kuruş bir Osmanlı lirası olarak belirlendi ve temel para birimleri kuruş ve mecidiye oldu.

ESNAF BİRLİKLERİ
Osmanlı iktisadi hayatında, geçimini ticaret ve zanaatla sağlamak, bir dükkân açmak “gedik” denilen bir işletme iznine tabiydi. Ahi geleneğine göre yetişen esnaf ve sanatkârlar loncalar hâlinde teşkilatlanmıştı. Lonca mensupları sıkı bir hiyerarşi ile loncaya bağlanmıştı. Gedik sahibi ölünce dükkân veya imalathane o işin başında bulunmak, çalışmak şartıyla evladına kalırdı. Evladı yok ise veya baba mesleğini terk etmiş ise o “gedik” devlete kalmış sayılır ve lonca tarafından, layık görülen bir kalfaya devrolunurdu. Eski gedik sahibinin mirasçısına da işi terk eden evladına da dükkânda kalan mallar, alet ve edevatın değer bedeli ödenirdi. Her loncanın reisi olarak bir “pir”i, güvenlik amiri olarak da bir “yiğitbaşı”sı vardı; bunlar o lonca mensupları tarafından seçilir ve hayatları boyunca o mevkide kalırlardı. Her loncanın hükûmetle olan münasebetini temin eden bir de “kâhya, kethüda”sı vardı; bunlar memuru olduğu loncanın idari ve mali işleriyle ilgilenirdi. Ayrıca lonca mensuplarının devletçe olan işlerini takip eder, herhangi bir yolsuzluktan ve suiistimalden devlete karşı mesul olurdu. Her loncanın bir tasarruf sandığı vardı. Lonca mensupları; gedik sahibi, kalfası, çırağı, ustası ve amelesi kazancından, yevmiyesinden yüzde bir veya iki bu sandığa belirli bir para yatırmaya mecburdu. Herhangi bir felaket karşısında veya kendisine işletme izni alınacağı zaman parası yetişmezse sandık borç verirdi. Kethüdaların yevmiye hesabıyla alacakları da bu sandıktan ödenirdi. Onun içindir ki başlı başına bir sandık idare edemeyecek kadar az olan esnaf, kendilerine iş olarak bağlı daha kalabalık bir esnaf zümresine “yamak” adıyla bağlanırdı. Örneğin uncular, un elekçileri, buğday çalkayıcılar, kalburcular ve nişastacılar değirmencilerin yamağı addedilmişti. Aynı işle meşgul zanaat ehli ve esnaf umumiyetle bir büyük han içinde yahut bir çarşıda, toplanmış olurdu. Örneğin İstanbul’da Büyük Saraç Hanı (Saraçhane), Mısır Çarşısı (baharatçılar). Zanaat ehli olan esnafın bekâr uşakları bekâr hanlarında otururlar, bu hanlara da lonca kefaletiyle alınırlardı. Şehir asayiş ve huzurunu bozacak hâllere izin verilmezdi.

NARH SİSTEMİ
Eksik rekabet şartlarından dolayı fiyatlara müdahale edilmesi olarak tarif edilen narh sistemi klasik dönem Osmanlı ekonomisinde fiyat politikasına esas teşkil etmiştir.
Osmanlı narh uygulamasında temel ölçü, arz ve talep şartları olup tekelci eğilimlerin önlenmesi istenmiştir. Özellikle zirai ürünlerde arz şartlarının çok değişken olması böyle bir uygulamayı zorunlu kılmıştı. Yine talebin arttığı Ramazan ayı öncesinde fiyatların yeniden tespiti gerekirdi. Muhtesiplikçe onaylanmış bir narh defterinin her ay İstanbul şehreminine teslim edilmesi bir gelenekti. Kuraklık, ulaşım zorlukları, harp, abluka vb. sebeplerden dolayı üretimin azalması sonucu arzda bir daralma olduğunda narh fiyatları yükseltilir, arzın genişlemesi hâlinde düşürülürdü. Para birimi olan akçenin değer kaybetmesi narh fiyatlarında bir yükselmeye, değer kazanması ise topyekûn bir azalmaya yol açardı.Fakat bu yükselme veya düşme oranları her malda aynı olmazdı. Narhların tespiti kadıların başkanlığında kurulan komisyonların göreviydi. Bir malın fiyat tespit komitesi, ilgili esnafın şeyh, kethüda, yiğitbaşı, ehli hibre gibi yönetici ve uzmanlarıyla halkın temsilcilerinden oluşuyordu. Esnaftan fiyatların yükseltilmesi talebi geldiğinde malın ham madde hâlinden son hâline gelinceye kadar geçirdiği safhalardaki maliyetleri, iş saatleri ve ücretler bilirkişilerce tespit edilir, yeterli kâr bırakması hâlinde fiyatların yükseltilmesine gerek duyulmazdı.
Ortalama kâr, işin özelliğine göre genellikle % 10-20 arasında değişmektedir. Gerekli belgelerle tespit edildikten sonra kadı sicillerine geçirilir, esnaf ile halka ilan olunurdu. Narh, toptancı ve perakendeci için ayrı ayrı tespit edilirdi. Toptancıların dükkân açıp perakendecilik yapmaları yasaktı. Malın toptancıdan perakendecilere ulaşması belli bir düzen içinde gerçekleştirilir, esnafın malsız kalmaması amaçlanırdı. Ürünlerin kalite denetimi ve standardizasyonu hem üreticilerin hem de tüketicilerin uzun vadeli çıkarlarının korunması açısından önemliydi. Tespit edilen standartlar kadı sicillerine kaydedilmiş olup ülkenin uzak bölgelerinde de standartlara uyulması, bu arada ölçü ve tartı birimlerinin damgalattırılması istenirdi. Kaliteyi bozanlar ve mesleklerinde ehliyetsiz olanlar takip edilerek cezalandırılırdı. Yine kaliteli mal üretimi için esnafın kredi kullanmamaları ve öz sermayelerini arttırmaları istenirdi. Fiyat ve kalite denetiminde bizzat esnaf teşkilatının iç denetimi önemlidir. Daha sonra muhtesip, kadı, sadrazam ve nihayet padişah denetimlerde bulunuyordu. Sistemi bozmak isteyenler cezalandırılıyordu.

www.tarihtendersler.com