Anadolu XI ve XIV. yüzyıllar arasında yapılan yoğun göçler sonucunda Türk yurdu niteliğini kazanmıştı. XIV. Yüzyıl başında kurulan Osmanlı Devleti’nin nüfusunu Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu Devleti ile beyliklerden devraldığı unsurlar ve gayrimüslimler oluşturmaktaydı. Balkan fetihleriyle buradaki gayrimüslimler de Osmanlı toplumunun bir parçası olmaya başladı. Fethedilen bu topraklarda “istimalet” adı verilen iskân siyaseti uygulanarak Türkmenler bu bölgeye yönlendirildi. Bu politika ile boş bulunan yerler yerleşime açılırken yerli Hristiyan halk, her türlü dinî ve kültürel etkinliklerinde serbest bırakılmıştı. Böylece Balkanlarda değişik inançlara sahip farklı milletler barış içinde bir arada yaşamaya başladı. Osmanlı Devleti’nin sınırları XVI. yüzyılın ikinci yarısında; Basra’dan Viyana’ya, Kafkasya’dan Fas’a ve Kırım’dan Yemen’e kadar genişledi. Bu bölge halklarının da katılımıyla Osmanlı toplumu değişik dinlere mensup çok milletli bir hâle geldi. Farklı kültürlere mensup bu toplumlar Osmanlı Devleti’nin yönetiminde yüzyıllar boyunca barış içinde yaşamışlardı.
OSMANLI TOPLUM YAPISI
Toplum düzeni ve barışının temeli olarak kabul edilen bu sistemin (hakkaniyet çemberi) sorunsuz işletilmesi düşüncesiyle Osmanlı toplumu askerî (yönetici) ve reaya (yönetilenler) olmak üzere iki büyük sınıfa ayrılmıştı.
SOSYAL HAREKETLİLİK
Osmanlı toplumunda ayrı fonksiyonlara sahip zümrelerin bulundukları görevlerden ayrılmamaları arzu edilmekle birlikte, sınıflar arasında geçişler için bir engel yoktu. Yönetenler sınıfına geçebilmek için devlete ve İslam dinine hizmet ile görevinde başarılı olmak gerekiyordu.
Enderun’da alınan eğitimden sonra askerî sınıfa girilebilir ve genellikle seyfiye içinde en yüksek mevkilere ulaşılabilirdi. Ayrıca medrese öğrenimi görmüş, kabiliyetli ve liyakat sahibi kişiler de adalet, eğitim, din ve sivil bürokraside en üst makamlara gelebilirlerdi. Yönetici sınıfa geçebilmenin en önemli şartı Islahat Fermanı’na kadar “Müslüman olmak”tı. Osmanlı Devleti’nde sınıflar arası geçişe imkân sağlayan bu sisteme dikey hareketlilik denilmekteydi.
Köyden şehre veya bir bölgeden başka bir bölgeye göçerek yerleşme; bulunduğu bölgenin sosyoekonomik yapısını bozmamak şartıyla serbestti. Toplumda yatay hareketlilik olarak adlandırılan bu hareketlerden bir kısmı kendiliğinden gerçekleştiği gibi bir kısmı da devletin imar ve iskân politikasının uygulanması sonucu gerçekleşmekteydi. Yatay hareketliliği teşvik eden uygulamalardan biri de bataklık ve ıssız yerlere vakıf tesisler kurarak o yerlerin şenlendirilmesi ve dolayısıyla bölgenin sosyal ve ekonomik hayatının canlandırılması metoduydu.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve genişleme döneminde bazı zümreler, kendiliklerinden sürekli batıya doğru göç etmişler, zaviyeler kurarak yerleştikleri bölgeyi imar etmişlerdi. Askerî hareketlerle birlikte buralara gelen oymaklar ve topraksız köylülerin de bu zaviyeler çevresine binalar yapması ve yerleşmesi sonucunda köyler ortaya çıkmıştı.
MİLLET SİSTEMİ
Osmanlı toplumunun büyük bölümünü Türkler oluşturmasına rağmen toplumun diğer unsurları Rum, Ermeni, Yahudi, Rumen, Slav ve Araplardı. Devlet, toplum yapısını şekillendirirken din temeline dayalı bir model uyguladı. Osmanlı Devleti’nin ülkede yaşayan toplulukları din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetme biçimine “millet sistemi” deniliyordu. Devlet, her inanç topluluğunu kendi içinde serbest bırakarak onlara belirli bir özerklik tanımıştı. Osmanlı toplumunda Türk, Arap, Acem, Boşnak ve Arnavutlar, Müslüman çoğunluğu oluştururken Ortodoks, Ermeni ve Yahudiler diğer üç temel millet olarak kabul ediliyordu. Sayı bakımından en kalabalık olan Ortodoksların dinî ve idari merkezleri Fener Patrikhanesi’ydi. Ortodoksların büyük kesimi Rum olduğu için bu patrikhaneye Rum Patrikhanesi de denirdi. Eflak-Boğdan halkı, Karadağ, Sırp ve Bulgarlar da bu kiliseye bağlıydı.
Osmanlı toplumu içinde ayrı bir statüsü olan diğer Hristiyan millet de Ermenilerdi. Bunlar Hz. İsa’nın tek bir doğası olduğunu savunan “monofizit” denilen bir öğretiye sahiptiler. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra Bursa’daki başpiskoposu İstanbul’a getirdi. Onu Ermeni Kilisesi Patriği tayin ederek Rum Patriği ve Hahambaşı ile eşit yetkiler verdi. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermeniler arasında Katolik ve Protestanlığı benimseyenler de oldu. Osmanlı toplumunda yer alan dinî gruplardan bir diğeri de Museviler olup daha çok İstanbul, İzmir, Selanik gibi liman şehirlerinde; Bağdat, Halep gibi nüfusu kalabalık olan yerlerde oturuyorlardı. Ayrıca İspanya, Polonya, Avusturya ve Bohemya’da karşılaştıkları kötü muamele nedeniyle Yahudiler Osmanlı ülkesine yerleşti. Bunun dışında sayıları az olmakla birlikte Süryani, Nasturi, Yakubi ve Maruni gibi Hristiyan kiliseleri de vardı.
OSMANLI AİLESİ
Osmanlı ailesinin temel yapısını İslam hukuku ve Türk töresi şekillendiriyordu. Aile, devlet müdahalesinden uzak özel bir kurumdu. Kendi iradesiyle veya ailelerine danışarak evlenmeye karar veren kişilerin bizzat ya da taraflardan birinin veya her ikisinin kadıya başvurusu ile evlenme işlemleri başlardı. Şahitlerin huzurunda evlenmek istediklerini beyan eden tarafların nikâhları kıyılır ve akdin kadı defterine kaydedilmesi ile evlilik gerçekleşirdi. Köylerde ise nikâh imam tarafından kıyılırdı. Bazı gayrimüslimler de evlenmede bu yöntemi izlemişlerdi. Osmanlı toplumunda düğün töreni geleneğe uygun olarak önce kız evinde kadın davetlilerin toplanması ile başlardı. Kadınlar kendi aralarında sohbet eder, eğlenirlerdi. Daha sonra damadın davetlileri ile kız evinden gelin almak için “düğün alayı” yapılırdı. Bu sırada damat evinde yemekler hazırlanırdı. Bütün davetlilerin damat evine gelmesiyle düğün eğlenceleri başlardı. Erkek evlenirken kıza “mehir” denilen bir nikâh bedeli veriyordu. İslam dini, mehri kız lehine düzenlemiş, bunun tamamen ona ait olduğu, başkasının hiçbir hakkı olmadığı prensibini getirmişti. Evlilikte İslam hukukuna göre mal ayrılığı rejimi esastı. Tek eşliliğin hâkim olduğu Osmanlı ailesi genellikle karı-koca ve çocuklardan ibaretti. Kasaba ve şehirlerde büyük aile tiplerine de rastlanılmaktaydı.
Osmanlı toplumunda doğum ve ölüm sadece aileyi ilgilendiren olay olarak görülmezdi. Doğum, mahallelinin de katıldığı geleneksel tören hâlinde kutlanırdı. Vefat eden kişi, aile, akraba ve mahalle sakinlerinin katılımıyla defnedilir, cenazenin ardından dua edilip cenaze yemeği verilirdi.
SOSYAL YARDIMLAŞMA
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu yıllarda Anadolu’da Ahi birlikleri toplumsal yardımlaşma ve dayanışmada önemli rol oynamışlardır. Ahiler; şehir ve kasabalarda faaliyet gösteren teşkilat olup sosyal yardımlaşmanın dışında, topluma zarar veren kişi ve kuruluşları da ıslah etmiştir. Osmanlılar Döneminde en önemli sosyal yardım kuruluşu vakıflardır. Uygurlar zamanında başlayan vakıf geleneği Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra dinî bir özellik kazanarak devam etti. Vakıf; bir malı, menfaati kamuya bırakılmak üzere özel mülkiyetten çıkartmaktır. Vakıflar; hayır yapmak, topluma faydalı olmak, dinî ihtiyaçları gidermek; sağlık, kültür ve bayındırlık alanlarında toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun kültür ve sanat düzeyini yükseltmek amacıyla kurulmuştu. Bunlardan başka Türk kültürünün yeni fethedilen topraklarda yerleşmesi ve yayılması, sınırlar dışında yaşayan Türklerin Anadolu’ya gelişlerinde kolaylık sağlanması amaçlarına yönelik vakıflar da kurulmuştur.
Vakfın kurucusu, kuruluşun şartlarını belirleyen vakfiyeyi belde kadısı ve şahitlerin huzurunda düzenlerdi. Mütevelli adı verilen yönetici tarafından idare edilen vakfın kuruluş sebepleri ortadan kalkmadıkça varlığı devam ederdi. Vakıflar yoluyla cami, mescit, mektep, kütüphane, çeşme, yol, köprü, imaret, hastaneler inşa edilerek işletilmişti. Böylece vakıflar aracılığı ile eğitim, din, sosyal ve bayındırlık hizmetleri görülmüştü. Osmanlı Devleti’nde vakıfların bir diğer türü de “avarız” vakıflarıydı. Bu vakıflar avarız vergilerini ödeyen, mahalle, köy ve esnaf teşekküllerinin ihtiyaçlarını karşılayan, yerleşim birimlerinde bulunan cami, mescit , su yolları gibi yapıların bakım ve onarımını gerçekleştiren vakıf binalarında çalışan görevlilerin ücret ve maaşlarını ödeyen yardımlaşma kurumlarıydı. Vakıf müessesi Osmanlı toplum hayatında; iskân, istikrar, şehircilik, eğitim, kültür, sosyal hizmet ve ekonomik açılardan önemli rol oynamıştır. Bu sistem sayesinde ülke zenginlikleri paylaşılmış ve adil devlet yönetimi tesis edilmiştir. Toplumda kadın, çocuk ve yaşlıların korunması ve özürlülerin bakımı vakıflar aracılığı ile gerçekleşmekteydi. Özellikle “avarız vakıfları”, mahalle veya köylerde hastalananların tedavisi, hastalık nedeniyle çalışamayanların bakımları ile kimsesizlerin ve yetimlerin korunmasını amaç edinmişti.
TOPLUMSAL YAŞANTI
Saray
Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet zamanından Sultan Abdülmecit’e kadar 380 yıl devletin idare merkezi ve padişahların resmî ikametgâhı olan Topkapı Sarayı harem, birun ve enderun bölümlerinden oluşmaktaydı. Mütevazi bir yaşantının hüküm sürdüğü sarayda günlük hayatı İslam dininin kuralları ve sarayın kendi gelenekleri şekillendirmekteydi. Padişahın ailesi ile birlikte özel hayatını yaşadığı bölüm haremdi. Padişahın annesi, eşleri, çocukları ve onların hizmetlerini yapacak dadı, sütanne, kalfa ve cariyeler bu bölümde yaşardı. Çocuklar okuma çağına gelince kendisine hoca atanır ve törenle derse başlanırdı. Bu çocuklara Kur’an, okuma yazma, Arapça, Farsça, Türkçe, matematik, tarih, coğrafya dersleri verilirdi. Haremde padişah ve ailesi dışında beş altı yaşlarında iken buraya alınan cariyeler de yer alır ve eğitilirdi. Disipline dayalı temel değerleri esas alan eğitim veren haremde, cariyelere 6- 20 kişilik gruplar hâlinde özel hocalar tarafından okuma yazma ve sarayın görgü kuralları öğretilirdi. Ayrıca kopuz, keman, kanun, ney, def, tambur, çalpare, çöğür, musikar gibi müzik aletlerini kullanma becerisine yönelik çalışmalar da yapılırdı. Dikiş dikmek, dantela ve örgü de günlük işler arasındaydı.
Sarayın bölümlerinden biri olan enderunda, devşirme yöntemiyle alınan çocuklar eğitilirdi. Birun ise sarayın çeşitli hizmetlerini gören görevlilerden oluşmaktaydı. Her iki bölümde de devletin resmî kurallarına uygun bir yaşantı vardı.
Şehir
Müslüman halkın gündelik hayatı sabah namazıyla başlar akşam namazı ile sona ererdi. Haftalık dinlenme günü ilk dönemlerde perşembe iken sonraları cuma olarak belirlendi. Bayramlar ile diğer bazı panayır ve şenlikler de yıllık “dinlenme günleri” olarak değerlendirilirdi. Osmanlı toplumunda gündelik işlerden sayılan yemek, az masraflı ve çabuk hazırlanan türdendi. Sofrada bir iki çeşit yemek olduğunda bununla yetinilirdi. Pirinç, koyun eti, sebze çok tüketilirdi. Süt mamulleri, özellikle yoğurt önemli gıdalardandı. İçecek olarak en çok boza, müselles, pekmez, bal suyu gibi şerbetler tüketilirdi. Yemekler bir sini üzerine konan kalaylı tas ve sahanlarda, porselen ya da pişmiş topraktan çanaklarda yenirdi. İstanbul’da Eyüp semtinde bulunan ünlü kaymakçı dükkânları önemli sohbet yerleriydi. İlk defa İstanbul’da
1554’te açılan kahvehane, kısa zamanda birçok şehirde moda olmuş, sohbet yerleri hâline gelmiştir.
Şehrin belli yerlerinde bulunan iş yerlerine yaya gidilirdi. Dükkânlar hem imalathane hem de satış yeriydi. Ticaret kervanlarıyla gelen mallar önce büyük hanlarda depolanır, esnafa dağıtımı buradan yapılırdı. Osmanlı şehirlerinde akşam olunca iş yerlerinin bulunduğu mahalleler gece bekçilerine terk edilerek gün batmadan eve dönülüyordu. Akşam yemeği ve yatsı namazından sonra hayat duruyor ve dinlenme saati başlıyordu.
Şehirlerde yaşayanlar çeşitli nedenlerle eğlenceler düzenlerlerdi. Padişahların tahta çıkmaları, dinî bayramlar, Ramazan ayı, şehzade sünnetleri, sünnet düğünleri ve hıdırellez bu eğlenceler için birer fırsat olarak değerlendirilirdi. Müslüman olmayan halk da kendi geleneklerine göre eğlenirdi. Büyük yerleşim yerlerinde halkın gezmesi ve eğlenmesi için ayrılmış; içinde çayırlar, akarsu ve ağaçlıklar bulunan mesire yerleri mevcuttu.
Osmanlı toplumunda kadın aile içi düzenin sağlanması ve çocukların eğitiminden sorumluydu. Bu dönemde ekonomik faaliyetlere pek katılmayan kadın toplumda anne olarak saygı görürdü.
Köy
Osmanlı ülkesinde dağınık olan köylerin birçoğu beş altı haneden oluşuyordu. Dört, beş yüz hanelik yerler kasaba sayılıyor ama buralarda da köy hayatı yaşanıyordu. Birbirinden ayrı Müslüman ve Hristiyan köyler olduğu gibi karışık olanlar da vardı. Bu köylerde halk, cami bazen zaviye ya da kilisenin etrafında karşılıklı hoşgörü içinde yaşıyorlardı. Köylerde yaşayanların temel uğraşısı tarımdı. Yörenin coğrafi ve iklim özelliklerine göre; buğday, arpa, yulaf, mısır, pirinç, meyve ve sebze gibi çeşitli ürünler yetiştirilirdi. Tarımı destekleyen en önemli unsur hayvancılık olduğu için öküz ve manda gibi hayvanlar beslenirdi. Bunların yanı sıra at, eşek, inek, tavuk ve keçi de beslenirdi.
Köy halkı gıdasını beslediği hayvanlarından ve ziraatttan temin ederdi. Beslenmede süt, yoğurt, çeşitli peynir, hububat, yaş veya kuru meyveler, koyun eti, bal, ceviz vb. besinler en önemli yer tutardı.
Bölgesine göre değişik malzemelerden inşa edilen evlerin döşemesi üzerine kilimler, halılar veya keçeler serilirdi. Ahır evlerin altında veya yanındaydı. Isınmak için mutfağın ocağında odun veya tezek yakılırdı.
Mobilya bulunmayan evlerde elbiseler için deri çanta veya ağaç sandıklar kullanılırdı. Hububat, et ve kuru meyveler gibi gıda maddeleri ise ambarlarda veya küplerde korunurdu. Köylüler kendi gereksinimi dışında kalan bahçe ve tarla ürünlerini satarak veya takas ederek aile bütçelerine katkı sağlardı.
Cuma günlerinde olduğu gibi Ramazan ve Kurban bayramlarında da camisi olan merkezî köylerde şenlikler yapılırdı. Bütün ülkede baharın gelişi de bayram havası içinde karşılanırdı. Her bölge kendi mahalli örf ve âdetlerine göre oyunlar oynar ve şarkılar söylerdi.
Göçebeler (Konargöçerler)
Göçebeler hayatlarını yaylak ve kışlak arasında sürdürüyorlardı. Bunlar at, koyun, keçi, katır ve deve besliyorlardı. Bir yere yerleşecekleri zaman çadırlarını yazın genellikle köy, harabe veya eski iskân mahalleri yakınına, kışın ise kasaba çevrelerine kurarlardı. İlk Türk toplumlarında kullanılan çadır (yurt) göçebeler tarafından da kullanılmaktaydı. Bu çadırlar çok çabuk kurulup kaldırılabilir nitelikteydi.
Göçebelerin hareketli bir hayat sürmelerinden dolayı at ve deve gibi o günün ulaşım ve taşıma vasıtaları günlük yaşamlarında önemli bir rol oynuyordu. Kışlakla yaylak arasında gidip gelmekle bir yılını geçiren halk, bakımıyla meşgul olduğu hayvanlarının kılından çadırlar dokur, yününden de elbise yapar ve dikerlerdi. Bunun dışında halı, çuval, heybe, çul ve kilim de dokurlardı. Bazı yiyecekler besledikleri hayvanların etinden ve sütünden üretilirdi.
Göçebeler mevsimlik uzun yolculukları sırasında konakladıkları yerlere yakın pazarlarda hayvancılığa dayalı yoğurt, yağ, peynir, yapağı gibi ürünlerini satıyor veya takas ediyorlardı.