İslam öncesi toplumlarda ve dinlerde de (İslam dininde de) kader konusunda üç yaklaşım hakim olmuştur. İlk görüş her şey kaderin eseridir deyip insan iradesini reddedenlerin görüşüdür. İkincisi insan iradesini yüceltip Allah’ın iradesini ve kaderini yok sayanların görüşüdür. Üçüncüsü ise Allah’ın iradesi ve insanın iradesini kabul edip sınırlarını anlamaya, belirlemeye çalışanların görüşüdür. İlk iki görüşü temel kabul eden mezhepler günümüze kadar gelmese de bu görüşler başka mezhepler içinde kendilerine yer bulmuştur. Bu iki görüşün ve bu iki görüşü savunan Cebriye ve Mutezile adlı iki itikadi mezhebin anlaşılması başka bir çok konunun anlaşılmasını sağlamaktadır.
Cebriyye’ye göre; insan yaratılmadan önce Allah‘ın koymuş olduğu mutlak ve değişmez bir hüküm vardır. Daha sonra yaratılan insan ise diğer tüm yaratılmışlar gibi takdir edilen bu kurallar ve hükümlerin dışına çıkamaz. Allah‘ın ortaya koyduğu bu hükümler karşısında insanın durumu, havada rüzgar karşısında oradan oraya savrulan bir tüy veya bir yaprak gibidir. Kısacası insanın yapmış olduğu bütün fiilller yani iyilikler ve kötülüklerin tümü cebrdir. İnsan mecburen bu fiilleri yapar.
Ayrıca Cebriyye, ortaya koyduğu görüşlerde Allah‘ın ilim ve kudretinin geneli kapsadığını belirten ayetleri ve hadisleri delil olarak ortaya koyarken, insanın sorumluluğunu, fiillerinde emir ve yasaklara muhatap olduğunu bütün yaptıklarından hesaba çekilip ceza veya mükafat alacaklarını bildiren ayet ve hadisleri de asli manalarından uzaklaştırarak mecazi anlamlar yüklemişlerdir. Mükafat ceza gibi meseleleri açıklayabilecek bir delil ortaya koyamamışlardır.
Emeviler döneminde cebr fikri devlet politikası haline gelmiştir. Emevi ailesi, Cebriyye‘nin ortaya koyduğu kader inancını teşvik etmişti. Çünkü bu görüşe göre bütün yaptıkları işlerde diğer bir ifadeyle kötülükler de kendileri değil Allah‘ın iradesi vardı. Allah onların kötülük yapmasını dilemişse yapılacak bir şey yoktu. Kendilerinin iktidarı da kader idi. Onlara kayıtsız şartsız itaat gerekiyordu. Kendilerine karşı gelmek, Allah’ın kaderine yani Allah’a karşı gelmek idi. Fakat daha sonra bu görüşe anti-tez olarak Kaderiyye görüşü ortaya çıktı.
Kaderiyye, her ne kadar sözlükte “kadere mensup olan, kader taraftarı” gibi manalara gelse de bu fırkanın ilk ortaya çıkışından itibaren sözlük anlamının tam tersi bir anlamda,”sorumluluk gerektiren fiillerle ilgili konularda ilahi irade ve takdiri reddedenler için” kullanılmıştır. Yani kaderi inkar edenlerdir. Bu adlandırmanın “kadere ölçüsüzce dalanlar” manasında da kullanıldığını belirten görüşler de vardır. Sık kullanılmasa da bu fırkaya “ehlü‘l kader” denildiği de görülmüştür.
Bazı görüşlere göre bu isimler, diğer muhalif grup ve fırkalar tarafından, bazı hadis metinlerinde kadercileri Mecusilere benzeten rivayetlerin de etkisiyle kötüleme, alay etme ve küçük düşürme maksadıyla kullanılmıştır. Yine aynı hadis-i şerifler sebebiyle kaderi inkar eden kişiler kendilerini temize çıkarmak için -aslında Kaderiyye başkalarıdır- diyerek başkalarını itham etmişlerdir.
Devlet adamlarının (Emevilerin) zulmünden kurtul¬mak düşüncesinin onları bu prensibi benimsemeye zorladığı söylenir. Eğer insan kendi fiilinin yaratıcısı ol¬mazsa, yaptığı zulümden Allah indinde so¬rumlu olmadığını zannedebilirdi. Bu dü¬şünce de idarecileri zorbalığa yöneltebilir¬di. Halbuki insanın kendi fiilinin hâliki ol¬duğu kabul edilirse, hükümdarların yaptık¬ları zulümlerin cezasını çekmekten korka¬rak idarede adalet üzerine davranmaları dü¬şünülebilirdi. Hâsılı Mutezile′nin bu pren¬sipten beklediği sonuç bu idi.
Bu kısa girişten sonrası iki alıntıdır. İlk alıntı Ebulfeyz Elçibey’den ikinci alıntı ise Doç. Dr. Mehmet Azimli’nin “İslam′ın Özgürlükçü Yorumunun (Mutezile) İktidarla İmtihanı” başlıklı yazısındandır.
Ebulfeyz Elçibey’i Azerbaycan Cumhurbaşkanı ve Türk milliyetçisi olarak tanırız. Aynı zamanda Arap dili uzmanı ve tarihçi bir bilim adamıdır. “Bütöv Azerbaycan Yolunda” isimli kitabında İbn-i Hallikan’ın “Vefayatu’l-Ayan” adlı kitabından bazı bölümler aktarıyor. Konumuzla ilgili kısım ikinci bölüm olmakla beraber yazının bütünlüğünü bozmamak için Selahaddin Eyyubi ile ilgili bölümü çıkarmadan paylaşıyorum;
EBULFEZ ELÇİBEY: SELAHADDİN EYYUBİ TÜRKTÜR!
Ebulfez Elçibey: Selahaddin Eyyubi Türktür!
Ebulfez Elçibey: Bir gün Kahire Üniversitesi Tarih Fakültesi’nin bir öğrencisi ile tanıştığımda:
Öğrenci: Hangi ülkedensiniz?
Elçibey: Azerbaycan’dan.
Öğrenci: Siz Selahaddin Eyyubi’nin vatanındansınız!
Ben Selahaddin Eyyubi hakkında az okumamıştım. Ancak bu sözü yeni işitiyordum ve bir o kadar da şaşırdım.
Elçibey: Nereden biliyor sunuz?
Öğrenci: Sabah ben size kaynağını getiririm.
Getirdi de. Eni (şimdi kesin diyemiyorum) 25-30 cm, boyu 40-50 cm olan ayrıca bir eser idi. Renkli resimlerle görkemli şahıslar serisinden ansiklopedik yayındı, üzerinde Selahaddin’in cengaver giyiminde resmi var idi.
-Avrupa da Selahadin adı ile tanınan, sadece Kudüs′te değil, bütün Filistin ve Suriyede haçlıları darmadağın edip bu yerleri onlardan temizleyen, Almanya İmparatoru’nun, İngiltere ve Fransa Krallarının liderliği altında başlayan üçüncü haçlı seferine (1189-92) karşı birleşik müslüman ordularının başında durarak haçlıların baş komutanı, bütün avrupa’nın gurur duyduğu ingiltere Kralı aslan yürekli riçardı (1157-1199) Akka Kalesinde diz çöktürerek esir alan, bütün Avrupan’ın “gazabına gelmiş” ve hatta Aligyeri Dantenin “ilahi komediya” eserinde cehennemde tasvir edilen, Mısırda Eyyubiler sülalesinin hakimiyet esasını 1177 yılında koyan yenilmez Komutan ve Sultan Selahaddin’in (1138-1193)!
Tarihçi öğrencinin bana verdiği eserde benim için yeni olan bu idi ki,
Sultan Selahaddine sormuşlar:
-Diyorlar ki; Siz kürdsünüz. Bu, doğru mudur?
Sultan:
-Hayır! Biz Azerbaycandanız. Amcam Şirkuh diyordu ki, biz Ez-zib (arapça: kurt/kurd/qurd) tayfasındanız. Doğrudan-doğruya, o zaman bunu okuduğumda beni çok heyecana getirmişdi. Bir şeye hayıflanırdım ki, tarih kaynağı gösterilmemişdi. Sonralar Bakü’de Aspirantura’da okurken ve Üniversitede ders verirken de Selahaddin hakkında araştırmalarımı devam ettirdim ve aradığımı buldum; araştırmacıların en doğru saydığı kaynakların birinde – tanınmış görkemli alim İbn Hellikan‘ın “görkemli adamların ölüm tarihi” (vefayat el-ayan) eserinde. İbn Hellikan yazıyor:
“Şirkuh demiştir ki, bizim nesebimiz (soykökümüz) Gök Böri (boz kurt/göy qurd)-dir!”.
Selahaddin’in babası Eyyub Azerbaycan’da Urmiya, Xoy, Divin, Zengezur ve Erivan boylarında, Kerkük Boylarında, Nahçıvan’da, Göyçe’de geniş bir şekilde yayılmış Göy Börü, Qara Börü, Boz Börü tayfalarından, bir sözle, qurdlar tayfasından çıkmıştır. Günümüzde de bu adları taşıyan yer, mahalle, köy, oba, dağ, tayfa ve nesillere bu bölgelerde sıkça rastlanır.
Bu meselenin – orta çağlarda qurd sözü ile kürd sözünün arab elifbası ile yazılışında uygunluğundan doğan karışıklığın başka bir benzeri Azerbaycan şairi dahi Nizami Gencevi ile bağlı olmuştur. Bu konuda Azerbaycan edebiyat alimleri tekrar tekrar yazmışlardır. Onların dediğini burada kaydetmeyi gerekli sayıyorum. Şöyle ki, nizami eserlerinin birinde “menim qurd tinetli anam” yazmış, araştırmacılar bunu “benim kürd asıllı anam” olarak okuyup, yanlış takdim etmişler (orta çağda qurd sözü ile kürd aynı şekilde yazılırdı).
İbn Hellikan (hallikan) aynı eserinde tarihte eşine az rastlanan komutanlardan olan, “halifeleri yıkıp halifeleri tahta çıkaran”, Emeviler hilafetine son veren Ebu Müslim hakkında ayrıca yazmış, onun da aslen Azerbaycan’dan olduğunu göstermişti.
İbn Hellikan yazıyor ki, Ebu Müslim Azerbaycan’da bir Emirin oğlu idi. babası öldüğünde anası başka bir Emir ile evlenmiş, aynı Emir oğulluğu Ebu Müslim’e kendisi talim-terbiye vermiş, yanında büyütmüştü. Sonra o emiri Horasan’a hizmete gönderdiler, ailesi ile birlikte gitdi. Ebu Müslim’i de kendisi ile götürdü. aynı emir Horasan’da öldüğünde onun vazifesine oğulluğu Ebu Müslim tayin edildi. Ebu Müslim sonralar Horasani adı ile tanındı.
Değerli okuyucu-vatandaş, azerbaycan gençleri, gelin arap hilafetinin tarihinde öteri de olsa bir hatta göz gezdirelim:
Hz.Muhammed Peygamberin ölümünden sonra devleti idare edenlere halife, yani peygamberin davamcısı diyordular. Buradan da devlete “hilafet” adı koymuştular. ilk dörd halife: Ebubekr, Ömer, Osman ve Ali müslüman icması – şurası tarafından seçildikleri için onlara “xulefau er-raşidin” – “seçilmiş, beğenilmiş, halifeler” diyorlardı.
661 yılında Emeviler (Beni Umeyye) şuraya izin vermeden hilafeti kan ve kılıçla ele geçirdiler. Onların hakimiyeti 750 yılına kadar sürdü. bu haksız, gaddar rejime karşı başını kaldıranlar amansızca mahvedildi, isyanlar, çıkışlar kan deryasında boğuldu, kitlesel idamlar yaşandı. bu zalim sülaleden kurtulmak sanki imkansızdı. böyle bir durumda Azerbaycan Türkü Ebu Müslim Azerbaycan, Horasan, Baktriya ve Harezm Türklerini başına toplayıb “hakimiyet peygamber evine” diyerek Horasan’da isyan bayrağını kaldırdı.
Bİr yılın içinde Türkistan’dan, Merakeş’e (mağribe) kadar bütün ülkelerde Emeviler darmadağın edildi, onlardan yalnız bir kişi canını kurtarıp Endülüse (ispanya’ya) sığına bildi ve orada Emevilerin hakimiyetini devam ettirdi. Peygemberin amcası Abbasın Oğulları (nesli) hakimiyete geldi. 750. yılda Abbasiler Hilafeti kuruldu. Hilafetin başkenti Şam’dan (suriye’den) Bağdat’a (irak’a) taşındı. Bu sebeple hilafete “bağdad hilafeti” de denir. Abbasi hakim sülalesinin ikinci nümayendesi hilekar, mansur, şan ve şöhreti bütün hilafeti bürümüş Ebu Müslimi hacca gitmeye teşvik etti. Ebu Müslim öz ordusundan ayrıldı, yanında birkaç dostu ve yardımcıları ile Hac ziyaretine giderken bağdat sarayına davet edilerek şerefine ziyafetler verildi. Mansur Ebu Müslimi ve yoldaşlarını haincesine sarayda katlettirdi.
Tarih bu ihaneti bağışlaya bilmezdi; ix yy birinci yarısında Azerbaycan Türkü Babek bütün Azerbaycan’ı ayağa kaldırdı, Abbasilerin ordularını darmadağın edip onların hakimiyetini tenezzüle uğrattı. O zamanın tarihçileri yazıyordular ki, Babek, Ebu Müslim’in intikamını alıyordu. Tarihte sade halk içerisinden çıkmış üç büyük, dahi serkerde en yüksek kahramanlık zirvesine çıkmıştır: spartak, babek, huan çao (ıx yy, çinde). inanc ile diyebiliriz ki, Babek bunların içerisinde daha büyük, daha cesur, daha istidatlı komutan idi.
Abbasi imparatorluğuna karşı Azerbaycan halkının özgürlük mücadelesini teşkil ve ona başkanlık eden, Azerbaycan’ın ve “bütün iran halklarının milli iftiharı” (said nefisi) Babek İmparatorluğa diz çöktürdü.
Tenezzüle uğramış hilafette yüksek askeri makamları ele geçiren Türk komutanları ix yüzyılın ikinci yarısında Abbasiler’den olan halifeleri ya öldürür, ya Bağdat sokaklarında ağaca sarıp döver, üstlerine şıra döküp eli kolu bağlı güneş altında bekletir, mil çekicilerin onlara nasıl azab verdiyine bakıp haz alır, ya da gözlerini çıkarıp Bağdat sokaklarına burakırdılar. “Burada benim, Bağdatta kör halife” Türk meseli ve “dilençi halifeler” ifadesi buradan doğmuştur.
Evet, tarih ihaneti bağışlamıyor. Abbasiler İmparatorluğu yitirseler de, sülale hakimiyeti yalnız Irak arazisini ihata etse de nominal, oyuncak bir hakimiyetleri sürüyordu. 1258 yılında Azerbaycanın dahi alimi Nasreddin Tusinin maslahatı esasında (o, Hülagu’nun baş veziri idi) Hülagu Bağdat’ı kuşatıp Abbasi halifesini havuzda boğdurdu ve bununla da Bağdat hilafetine son verildi. 1177 yılında Azerbaycan Türkü Selahaddin mısırda fatimiler hilafetine son vererek babası Eyyüb’ün (Eyyüb Selahaddin’in atası Yusuf’un ve amcası Şirkuhun ataları idi) adı ile kendi sülalesini hakimiyete getirdi.
Bütün bunlar kahraman bir milletin şerefli tarihinden haber veren bazı satırlardır. Türk olmayan bir meşhurun sözüdür: “Türkler devlet yıkıp-devlet kurmakta dünyanın en mahir ve kabil milletidir”.
Ebulfez Elçibey
Bütöv Azerbaycan Yolunda, s.162,163,164
ABBASİLER VE MUTEZİLE
Mûtezilî alimler Harun Reşit (v.h.193/m.808) döneminin sonlarında Abbasiler devletinde görev almaya başladılar. Harun er-Reşit’in oğlu Emin’den (v.h.198/m.813) sonraki dönem ise artık Mûtezilenin iktidar dönemidir. Emin’i devirip yerine geçen Memun (v.h.218/m.833) hocası olan ve aynı zamanda o dönemde Mûtezilenin lideri olan Ebû’l Huzeyl el-Allâf’dan (v.h.235/m.849) çok etkilenmiş ve bu etkiyle iyi bir Mûtezile temsilcisi olmuştu.
Memun affedicilik özelliğine ve kurduğu Beytü’l-Hikme’ye verdiği bu özgür ortama rağmen, hilafetinin son yıllarına doğru tarihe Mihne yılları olarak geçecek olan baskılara başladı. O, bu işe karar verirken kendine göre dinî gerekçeler bulmuştu. Ona göre, Hıristiyanlığa karşı halkı korumak gerekiyordu. Bunun için dönemin popüler konusu olan Kur’an’ın mahluk olduğu konusunda baskılar yapılacaktı. İnsanlara Kuran’ın mahluk olup olmadığı soruluyor, Memun gibi düşünmeyenler kelepçeleniyor, kadılık gibi görevlerde olanlar görevlerinden alınarak sorgulanıyor ve hapislere atılıyordu. Sonunda kabul etmeyenlerin boynunun vurulmasını emretmiştir. Bu sorgulamalarla iktidarın düşüncesine bazı iltihaklar gerçekleşse de bu iltihakların samimi olduğu şüphelidir.
Artık devletin resmi görüşünü kabul etmeyen herkes tutuklanıyor ve onlara eziyetler yapılıyordu. Bu işkencelerin korkunçlukları tarih kitaplarında yer almaktadır. Bu yolla bir çok kişi hapislerde öldü. Memun’dan sonra halife olan Mûtasım, (v.h.227/m.841) meseleyi Mûtezilî vezir Ebû Duâd’a (v.h.239/m.853) havale etmişti. halka Mûtezilî fikirleri kabul ettirme yönünde işkenceler arttı. Aynı uygulamalar Vâsık (v.h.232/m.846) döneminde de devam etti. İşkenceler,sürgün ve zulümler had safhaya çıktı. Bu dönemde Ebû Duâd’ın Şamlı bir ihtiyarla tartışmadan mağlup çıkması Mûtezileyi biraz gözden düşürdü ise de bu siyaset, Mütevekkil iktidara geçinceye kadar devam etmiştir. Sonuçta Mütevekkil’in iktidara gelmesiyle birlikte Mûtezilenin iktidardan düşme süreci hız kazanmıştır.
Mihne döneminde devrin önemli hadis bilginlerinden olan Ahmet b. Hanbel, Mûtezilenin dayattığı Kur’anın mahluk olduğu şeklindeki resmi görüşe katılmayarak sonuna kadar direnmiştir. Ahmet ibn Hanbel, elleri kelepçeli bir şekilde ders mahallinden alınıp sırtındaki kamçı izleriyle ve sürekli devam eden işkence altında Tarsus’a götürülüp hapsedildi. O sırada ölen Memun, Halku’l-Kuran inancını kabul etmeyenleri takip işini halefi Mûtasıma vasiyet etmişti. İbn Hanbel, Tarsus’ta devam eden işkenceden sonra, Bağdat’a gönderilip işkenceye devam edildi ve on dört ay hapiste kaldı. Mûtasımın yanında yapılan münazaralardan sonra ikna edilemeyen ibn Hanbel Mûtasımın gözü önünde baygın düşünceye kadar devam eden yoğun işkencelere maruz kaldı. Üstünde sadece pantolonu kalıncaya kadar soyuldu ve kırbaç ile işkence edildi. Sonuçta Ahmet b. Hanbel adeta direnişin sembolü oldu. Yirmi sekiz aylık bir işkence faslından sonra serbest bırakıldı. Fakat Vâsık devrinde ders vermesi ve halifenin olduğu yerde oturması yasaklandı. Bunun üzerine yıllarca gizli bir şekilde yaşamak zorunda kaldı. Bu durum Mütevekkilin iktidara gelmesine kadar devam etti.
Afşin
Afşin, Abbasi devletinde bürokraside en üst düzeye ulaşmış ve ünü gittikçe artan Türk asıllı bir komutandır. Afşin’in babası, Orta Asya’dan savaşlarda kullanılmak üzere orduya getirilen Türklerden idi. Afşin askerlik mesleğinde temayüz ederek gayet başarılı ve takdir toplayan saygın bir komutan olmuştu. Mısır’da gerçekleşen isyanların bastırılmasında kendini gösteren Afşin, stratejik bir Anadolu kenti olan Ammûriyenin fethedilmesinde de önemli rol oynamıştı.
Afşin bu başarılarıyla dönemin hakim unsuru olan Türk komutanlar arasında ilk sıraya yükseltildi. Bunun arkasından Afşin, Mûtezile’nin iktidarda olduğu dönemin en büyük problemi olan Bâbek (v.h.223/m.837) isyanını bastırarak Mûtezile’nin iktidar süresini, hatta devletin iktidar süresini uzatmıştı. Sıra ile gönderilen altı komutanın bastıramadığı bu büyük isyanı bastırması onu bir anda devlet bürokrasisinde zirveye taşımıştı. Bundan dolayı kendisine Sind eyaleti valiliği verilmişti.
Afşin’in bu yükselişi çok göze battı. Onu kıskananlar –ki bunların başında vezir Ebû Duâd gelmektedir- bazı olayları onun aleyhine kullanmaya çalıştılar. Afşin’in kayınbiraderi Mengüçür (v.h.224/m.838) Azerbaycan’da isyan edince, Afşin’in ona destek olduğu iddia edildi. Ayrıca onun hakkında devletten para gasbettiği, o sıralar isyan eden Mazyar’ı (v.h.224/m.838) isyana teşvik mektupları yazdığı, Sasanîliği ihya etmek için çalıştığı ve hatta Müslüman olmadığı iddiaları ortaya atıldı. Bu iddia ve suçlamalar üzerine Hazarlara kaçmak isteyen Afşin, (h.225/m.840) da tutuklandı. Mûtezilî vezir Ebû Duâd, mahkemede Afşin’i yukarıdaki iddiaların dışında sünnetsiz olmak, Zerdüşt mabedini camiye çeviren imama had uygulamak, Kelile ve Dimne isimli kitabı okumak ve evinde Batıni kitapları bulundurmakla itham etti.
Afşin, mahkemede kendisine yöneltilen suçlamaları çok güzel mantıksal değerlendirmelerle cevaplandırdı. Fakat onun bu cevapları önemsenmedi. Mûtasım’ın Afşin’e gösterilen ilgi ve iltifattan korkması ve vezir Ebû Duâd’ın kıskançlığı sonucu Afşin 841 de hapiste kırbaç altında aç bırakılarak öldürüldü.
Oysa Afşin iddia edildiği gibi Batınî inanışa sahip bir kimse olsaydı, Abbasileri yirmi yıldır uğraştıran ve bir anlamda Batınî karaktere sahip olan Bâbek ile isyanında yaptığı savaşları çok ciddi tutmazdı.
Mûtezilî temsilcilerin bu olaydaki hoşgörüsüzlüğü de dikkat çekicidir. Afşin’e yapılan ithamların hemen hepsi delilsiz, mesnetsiz, önemsiz suç teşkil etmeyen şeylerdir. Fakat bunların karşılığı verilen ceza ise tamamen siyasîdir ve bu suçlamaların karşılığı değildir. İktidar dönemi öncesi geçirdiği süreç boyunca, benzer bir şekilde önemsiz suçlamalarla itham edilen Mûtezile iktidar döneminde ise bu tip uygulamaları başkalarına yapması ilginçtir.
Abbasileri tarihlerinin bu en zor ve en baş edilmez isyanından kurtaran Afşin, akıl kabul etmez işkenceyle öldürüldü. Bu olay devrin ordusunda hakim bir güç olan, dinî olayları çok yakından takip etmeyen Türklerde bir hayal kırıklığına sebep olacak ve Abbasilerle ilişkilerini gözden geçirmelerine, hatta artık siyasete karışmaya başlamalarına yol açacaktı. Nitekim Türk komutanlar Vâsık’tan sonra Mûtezile’yi ortadan kaldıran Mütevekkil’e destek vereceklerdir.
Sonuçta Abbasiler bu yanlış politikalarının bedeli olarak, siyasî olaylara karışmaya başlayan Türklerin baskısına boyun eğmek zorunda kalkacaklardır. Hatta bu durum Abbasilerin eski hakimiyetlerini bir daha elde edemeyecek şekilde kaybetmelerine sebep olacaktır. (Bkz. İslam′ın Özgürlükçü Yorumunun (Mutezile) İktidarla İmtihanı / Doç. Dr. Mehmet Azimli)
Bu iki Ehl-i Sünnet dışı mezhebin/fırkanın da son bulmasına Allah’ın Türkleri vesile kılması ilginçtir.30.05.2014