TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE DEVLET TEŞKİLATI
Talas Savaşı’ndan sonra İslamiyet, Türkler arasında hızla yayılmaya başladı. X. yüzyıldan itibaren Türklerin İslam medeniyetinin etkisi altındaki bölgelere yerleşmesiyle Türk ve İslam kültürleri etkileşim sürecine girdi. Uzun bir süreçte gerçekleşen bu etkileşim neticesinde her iki kültürün değerlerini de bünyesinde barındıran “Türk-İslam kültürü” ortaya çıktı.
TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE DEVLET ANLAYIŞI
Orta Asya’da kurulan ilk Türk-İslam devleti Karamanlılardı. Mâveraünnehir ve doğusunda Türklerin yaşadığı bölgelerde hâkimiyet süren Karahanlılar, bu özelliklerinden dolayı başlangıçta eski Türk devletlerinin genel özelliklerini devam ettirdi. Ancak zamanla devlet yönetiminde İslam devletlerinden etkilenen Karahanlılar, Türk-İslam devlet yapısının oluşumunda bir köprü vazifesi gördü. Bundan sonra, Gaznelilerle devam eden gelişme, Selçuklularla tamamlandı ve olgunluk safhasına ulaştı. ilk Türk devletlerindeki “ülkenin töreye uygun ve adaletli olarak yönetilmesi”, “Devlet halk içindir.” anlayışı Türk-İslam devletlerinde de devam etti. ilk Türklerdeki Türk cihan hâkimiyeti ülküsü ise “cihat” anlayışıyla birleşerek İslamiyet’in dünyaya hâkim olması şekline dönüştü. Ancak Emeviler Döneminde fethedilen yerlerdeki halkın İslamlaştırılması ve Arapçanın yaygınlaştırılması politikaları Türk-İslam devletlerinde uygulanmadı. Fethedilen ülkelerde çeşitli din ve mezhepten toplulukların, geleneklerine müdahale edilmeksizin yaşamaları sağlandı.
Türklerin İslam dünyasına hâkim olması İslam devlet hukukunda da önemli değişiklikler meydana getirdi. Emevi ve Abbasi devletlerinde devlet başkani olan halife, Müslümanlarin başi olarak hem dünyevi hem de dinî işleri idare ederdi. Büyük Selçuklu Devleti’ne kadar İslam dinini kabul eden devletlerin hükümdarları halifenin yüksek otoritesini tanımaktaydı. 1058’de Abbasi Halifesi temsil ettiği siyasi otoriteyi bir törenle Selçuklu Sultani Tuğrul Bey’e devretti. Böylece, ilk defa resmen dinî ve siyasi otorite birbirinden ayrıldı. Buna göre, halife sadece İslam topluluklarının dinî lideri hâline gelirken devlet hayatındaki görevi sultanların saltanatlarını onaylama ve Türk sultanlarına hilat ve unvan verme gibi sembolik işlerden ibaret oldu. Devlet hayatındaki dünyevi ve dinî işleri birbirinden ayıran anlayış diğer Türk-İslam devletlerinde de devam etti. Örneğin Memlûklu Sultani Baybars, Abbasi ailesinden bir kişiyi Mısır’da halifelik tahtına oturtarak sadece dinî işleri kendisine bıraktı. Yeni Delhi Sultanlığında Sultan Alaeddin Kalaç, bu durumu, “Devlet ve şeriat ayrı ayrı şeyler olup biri hükümdara, diğeri kadı ve müftülere ait işlerdir.” şeklinde ifade etti. Böylece dinî otorite ile devlet otoritesinin ayrı ellerde olması gerektiği düşüncesi, bütün Türk-İslam devletlerinde hâkim oldu. Türklerin diğer Müslüman devletlerdeki uygulamalardan farklı bir uygulaması da kadının devlet yönetimindeki yeri ile ilgili olmuştur. İslamiyet öncesi Türklerde “hatunlar”ın devlet yönetiminde söz sahibi olması İslami dönemde de devam etmiştir.
MERKEZ TEŞKİLATI
ilk Türk-İslam devletlerinde merkezî yönetim, hükümdar, saray ve hükûmetten
oluşmaktadır.
Hükümdar
İlk Türk devletlerindeki “kut” inancı Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra İslami bir anlam kazanarak “Allah’ın takdiri veya nasibi” olarak yorumlanmıştır. Kutun belli bir hanedana verildiği düşüncesi ise ayni şekliyle devam ettirilmiştir. Örneğin Timur, Oğuz Han soyundan gelmediği için han ya da sultan unvanı alamamış ve emir olarak kalmıştır. Bazen istisnai durumlara da rastlanmıştır. Memluklularda da kabiliyetli kişiler ordunun onayı ile sultanlığa yükselmiş ve ancak belli bir süreden sonra devamlı bir hanedan kurulabilmiştir. Türk-İslam devletlerinde de ilk Türk devletlerinde olduğu gibi tahta geçme konusunda ayni şartlar geçerli olmuştur. Bu durum hanedanın erkek üyelerinin ülke içinde mücadelelerine yol açmıştır. Tahta kimin geçeceği konusunda değişen tek şey aile mensupları ve beylerin yerine zamanla devlet adamlarının etkili olmasıdır. Türkiye Selçuklularında büyük şehzadenin tahta geçmesi geleneği kabul edilmişse de her zaman buna uyulmamıştır. Örneğin I. Gıyasettin Keyhüsrev ve izzettin Kılıçaslan büyük şehzade olmadıkları hâlde hükümdar olmuşlardır. Türkiye Selçuklularında da tahta geçecek kişinin belirlenmesinde gelenek ya da sultanin vasiyetinden çok devlet adamları etkili olmuştur. Türk-İslam devletlerinde hükümdar cesur, kahraman, akıllı ve bilge, halkı refah içinde yaşatan, hukuk yoluyla halkı adil idare edip birlik ve dirliği sağlayan, devleti emniyete alıp fetihler yapan, insan onurunu koruyan ve onlara eşit davranan biri olarak nitelendirilmiştir. Türk-İslam devletlerinde de hükümdar geniş yetkilere sahipti. “Saray”, “hükûmet”, “ordu” ve “adalet” olmak üzere dört müessesenin de başı olarak “yasama” (kanun yapma), “yürütme” (icra) ve “yargı” yetkilerini de kendi şahsında toplamıştır. Sultanin belirli kurallar dâhilinde bildirdiği emirler, kanun hükmünde olup herkes itaat etmekle yükümlüdür. Ordulara kumanda etmek, vezirleri ve yüksek memurları tayin etmek hükümdarın yetki ve görevleri arasındadır. Ayrıca sultan “Divan-i Mezalim”e de başkanlık yapar ve zulme uğrayan halkın doğrudan kendisine ulaşmasını sağlar. Müslüman Türk hükümdarları, ilk Türk devletlerindeki hâkimiyet sembollerinin yanında yeni “unvan” ve “lakap” larla “hutbe” ve “hilat” gibi bazı maddi ve manevi unsurları hâkimiyet ve hükümdarlık sembolleri olarak kullanırlarken Karahanlı hükümdarları; ilk Türk devletlerindeki “ilig”, “hakan” ve “han” gibi unvanları devam ettirmiştir. Türk-İslam devletlerinde “sultan” unvanını ilk kez Gazneli Mahmut kullanmıştır. ilk zamanlarda “melik” ve “emir” unvanlarını kullanan Selçuklu hükümdarları Melikşah ile birlikte “sultan-i azam” (büyük sultan) unvanını almaya başladılar.
Saray
Türk-İslam devletlerinde saray, hükümdar ve ailesinin oturduğu yer (harem), devletin de idare edildiği merkez (selamlık) ve ayni zamanda her çeşit memurun yetiştirildiği okul konumundaydı. Bu yüzden saray, ordu ve hükûmetle birlikte devletin en önemli üç temel unsurundan birisiydi. Karahallılarda saraya “kapu” denilirdi. Sarayın bu şekilde ifade edilmesi halkın nezdinde devlet kapısı olarak kabul edildiğini gösterirken devlet idaresindeki merkezî konumuna da vurgu yapmaktaydı. Karahallılardaki bu anlayış Osmanlılarda da Babıali (yüksek kapı) kelimesi ile devam ettirildi. Selçuklularda ise saray “dergâh” ya da “bargâh” şeklinde adlandırıldı. Türk-İslam devletlerinde sarayda hükümdarın resmî ve özel işlerinden sorumlu, doğrudan hükümdara bağlı birçok görevli bulunurdu. Güvenilir kişiler arasından seçilen bu görevlilerin büyük bir kısmi yüksek rütbeli subaylar olup emirlerinde de hizmetli bir grup yer alırdı. Bunlar içinde en önemlisi “hacipler”di. Haciplerin başında Karahallılarda “tayangu” veya “Uluğ hacip”, Selçuklularda “büyük hacip” unvanlı kişi bulunurdu. Büyük hacip, Selçuklu devlet teşkilatında protokol bakımından sultan ve vezirden sonra üçüncü sırayı alırdı. Sarayın her türlü işinden sorumlu olan büyük hacip, “gulam sistemi”ne göre sarayda yetişmiş yüksek (Enderun) rütbeli subaylar arasından belirlenirdi. Hükümdar ile halk ve hükümdar ile hükûmet arasındaki ilişkileri düzenlemek, haksızlığa uğrayanları Divan-i Mezalim’e çıkarmak, elçilerin her türlü işiyle ilgilenmek, törenlerde ve toplu kabullerde protokolü düzenlemek de görevleri arasındaydı.
Hükûmet
Türk-İslam devletlerinde devlet yönetiminde hükümdardan sonra en etki li kişi vezirdi. Hükümdar adına devleti yöneten vezir; Karahallılarda “yuğruş”, Gaznelilerde “hâce-i buzurg” unvanını taşırdı. Tayini bizzat hükümdar tarafından yapılan vezir, icraat ve faaliyetlerinde doğrudan doğruya ona karşı sorumluydu. Vezirlerin kendilerine ait divanları da bulunur ve buna “vezirlik divani” (divan-i vezaret) adi verilirdi. Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklularda devlet yönetiminde vezir önemli bir yere sahipti. Ancak Gaznelilerde vezir devlet yönetimiyle ilgili bütün konularla meşgul olmakla birlikte son karar hükümdara aitti. Selçuklularda vezirler bilgi ve kültür bakımından iyi yetişmiş kimseler arasından seçilirdi. Sultanin en büyük yardımcısı sıfatıyla bütün memleket işlerinden sorumlu olan vezir, geniş yetkilere sahipti. Vezirlik divanından da tıpkı hükümdar gibi fermanlar çıkarır; tayinler yapar ve gerektiği zaman azillerde bulunurdu. Savaş zamanlarında da hükümdarla birlikte savaşlara katılırdı. Türk-İslam devletlerinde devlet meseleleri, konularına göre “divan” adi verilen dairelerde görüşülerek karara bağlanırdı. Divanlar bir araya gelerek “büyük divan”ı yani hükûmeti meydana getirirdi. Vezir başkanlığında diğer divan başkanlarının oluşturduğu hükûmette devlet idaresi ile ilgili alınan kararlar hükümdarın onayından geçtikten sonra uygulamaya konulurdu. Karahallılarda büyük divana “meclis-i âlî”, Selçuklular da ise “divan-i saltanat” adi verilmiştir. Divan-i saltanat devlet yönetiminde oldukça etkiliydi; sultanin kendi başına aldığı kararlar bile bu mecliste tartışılırdı. Gaznelilerde ise merkez teşkilatında beş ayrı divan bulunurdu.
Türkiye Selçuklularında da büyük divan (divan-i âlâ)da Büyük Selçuklu Devleti benzeri divan teşkilatı oluşturulmuştur. Büyük Selçuklulardaki divan üyeleri dışında naib-i saltanat (sultanin temsilcisi), emirü’l ümera (beylerbeyi), pervaneci (arazi işleri ile ilgilenir) gibi görevliler bulunurdu. Divanin görevleri özetle şöyle idi: Divana gelen davaları karara bağlamak, diş işleriyle ilgili bürokratik işleri yürütmek, hükümdarın ve devletin maliyesini düzenlemek.
TAŞRA TEŞKİLATI
Devleti, hanedan ailesinin ortak malı sayan eski Türk hâkimiyet anlayışı, Türk-İslam devletlerinde de geçerliliğini sürdürdü. Bu anlayışı özellikle Karahanlı ve Selçukluların taşra teşkilatında uygulandı. Hatta Karahallılarda eski Türklerdeki ikili idare uygulanarak devlet doğu ve batı olmak üzere iki koldan yönetildi. Türk-İslam devletlerinde ülke, “eyalet” (vilayet) adı verilen idari bölgelere ayrılırken buralara askerî valiler ya da hanedan üyeleri görevlendirilirdi. Hanedan üyesi valiler ise idaresi altındaki bölgeleri özerk olarak yönetirler; kendilerine has ayrı idari, askerî teşkilatlar oluşturup bu bölgeleri miras olarak bırakabilirlerdi. Ancak valilerin idaresindeki bölgelerin sınır değişikliği sultanın fermanı ile yapılırdı. Bununla birlikte eyaletlerin önemli işleriyle ilgilenen memurlar merkezden gönderilirdi. Eyaletlerde güvenlik, idari, ve adli işler merkezden gönderilen ve yetki alanları birbirinden farklı görevliler tarafından yürütülürdü. Ayrıca reis olarak adlandırılan ve merkez tarafından halkın içinden seçilen kişiler, mülki amire yardımcı olurlardı. Belediye işleriyse muhtesipler tarafından yürütülürdü. Türk İslam devletlerinde eyaletler kendi içinde şehir, kasaba ve köylere ayrılırdı. Buralarda da eyalet yönetimini örnek alan idari, askerî ve adli teşkilatlanma oluşturulurdu. Şehirdeki mülki idareciye “amid” adı verilirdi.
Türklerde çabuk haber almak ve hükümdarın merkezî idareden gönderdiği ferman, mektup vb. ulaştırmak için bir posta teşkilatı oluşturuldu. Ayrıca gizli istihbarat memurları görevlendirilerek taşradaki uygulamalar kontrol altına alınırdı. Gaznelilerin taşra teşkilatında daha merkezî bir yapılanma söz konusu idi. Bu yapılanma içinde önemli bir birim olan “berîd”, gerek resmî görevlileri ve gerekse halkı ilgilendiren bütün konuları raporlar hâlinde başkente sunardı. Türkiye Selçukluların taşra yönetimi Büyük Selçukluların küçük bir modelini oluştururdu. Merkeze bağlı eyaletler “subaşı”, hanedan üyelerinin yönetimindeki eyaletler ise “melik”ler tarafından yönetilirdi. Meliklerin yönetimindeki eyaletler özerk bir statüde olmakla birlikte Büyük Selçuklulardan farklı olarak daha merkezî bir yapıya sahipti.
ORDU TEŞKİLATI
Türk-İslam devletlerinde ordu, büyük ölçüde Türklerden meydana gelmişti. Karahanlı, Türkmen Beylikleri, Delhi Sultanlığı ve başlangıçta Türkiye Selçuklu orduları Türklerden oluşturuldu. Diğer Türk-İslam devletleri ordularında yerli unsurlara da yer verildi. Karahanlı ve Selçuklu ordularında Hunlardaki onlu sistem birtakım değişikliklerle devam ettirilirken diğer Türk-İslam devletlerinde pek uygulanmadı.
Türk-İslam devletlerinde eski Türk devletlerinden farklı olarak getirilen yenilik, orduya “gulam sistemi”nin yerleştirilmesi oldu. Gulam askerleri, çoğunluğu Türklerden olmak
üzere, satın alma yoluyla savaşlarda esir edilenlerle küçük yaşlarda toplanan çocukların gulamhane adı verilen asker yetiştirme merkezlerinde yetiştirilmesi ile oluşturuldu. En önemli gulam yetiştirme merkezi saraydı. Burada askerî konuların yanı sıra yönetim ve protokol kurallarıyla ilgili eğitim de verilirdi. Gulamlar, aldıkları eğitim sonucunda askerî ve idari görevlere getirilirlerdi. Asker olarak yetişenler sultanın özel muhafız ordusu Gulaman-ı Sarayı (saray köleleri) ve ordunun asıl vurucu kısmı olan Hassa Ordusu’nu oluştururdu. Selçuklu Devleti hariç olmak üzere bu askerler (Hassa Ordusu), hazineden yılda dört kez maaş alırlardı. Bu uygulama Karahallılardan başlayarak Osmanlılara kadar birçok Türk-İslam devletlerine de örnek teşkil etti. İlk kez Hz. Ömer Döneminde kullanılan askerî iktanın, Büyük Selçuklular tarafından geliştirilip Türk ordusunda uygulanması İslamiyet’le birlikte Türk askerî sisteminde meydana gelen diğer bir yenilik oldu. “İkta sistemi”, ülke topraklarının vergi gelirlerine göre bölümlere ayrılarak her birinin askerî ve sivil devlet görevlilerine hizmet karşılığında maaş olarak verilmesidir. Görevliler elde ettikleri gelirlerden maaşlarını aldıktan sonra kalan bölümü ile atlı asker beslerlerdi. “Sipahiyan” adı verilen bu askerler savaş zamanında orduya katılırlardı. Bu askerler Selçuklu ordusunun en büyük bölümünü meydana getirirdi. Türkiye Selçuklularında da devam eden bu sistem, Osmanlılarda “tİmar” adını aldı. Gazneli ordusunda birçok Müslüman yerli unsura da yer verildi. Fetih politikasını “gaza ve cihat” anlayışıyla gerçekleştirmek isteyen Sultan Mahmut, İslam ülkelerinden “gaziler” toplattı.
Selçuklu ordusunda uzmanlaşmaya gidilerek çeşitli sınıflar oluşturuldu. Bu sınıflardan en önemlileri şunlardır;
–Mancınıkçılar: Mancınıkla taş fırlatarak kale surlarına zarar veren sınıf.
–Neftçiler: Kale kuşatmalarında surlara tırmanmaya çalışan düşman askerlerinin üzerine yağ dökmekle görevli askerî sınıf.
–Lağımcılar: Kale kuşatmalarında tünel kazarak kaleye girmekle görevli askerî sınıftı.
Ayrıca orduda okçu, mızrakça ve gürzcü adıyla bu silahları kullanan askerî sınıflar da vardı.